Thursday, October 11, 2018

THOMAS PAINE 1737 - 1830










Thomas Paine Ingiltere'nin Norfolk bölgesindeki Thetford'da doğdu.13 yaşında okuldan ayrılarak bir korse üreticisi olan babasının yanında çalışmaya başladı.Bir çok değiştirdikten sonra vergi memuru oldu.Londra'da tanıştığı Benjamin Franlin'in önerisi üzerine 37 yaşında Amerika'ya göç etti.Bu dönemde Amerikan kolonileri ile Ingiltere arasındaki ilişki bozulmaya,kolonilerde  bağımsızlık düşüncesi yeşermeye başlamıştı.Amerika'da siyasetle yakından ilgilenen Paine,köleliğin kaldırılmasını ve Amerika kolonilerinin Ingiltere'den ayrılmalarını savunan yazılar yazdı.1776'da yayımlanan ' Sağduyu ' adlı yapıtı Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin hazırlanmasından etkili oldu.

Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında çeşitli kamu görevlerinde bulunan Paine,1787'de Avrupa'ya geri döndü.Ingiltere ve Fransa'da krallıkların devrilerek yerine Cumhuriyetlerin kurulması için mücadele etti.1789 Fransız Devrimi'yle beklentilerinin bir bölümü gerçekleşmiş oldu.

1791-92'de ' Insan hakları ' adlı kitabını iki bölüm olarak yayımladı.Bu kitapta cumhuriyet yönetimini savunarak Ingilizleri monarşiyi yıkmaya çağırdı.Halkın eğitilmesni,yoksullara yardım edilmesini,işsizlere devletin iş alanları açmasını,emekli aylığı verilmesini ve gelire göre artan oranda  vergi alınmasını istedi.Bu kitanı yüzünden Ingiltere'de vatana ihanetle suçlanan Paine,bu arada Fransa'da Ulusal Meclis'e seçilmişti.Fransa'ya giderek meclis çalışmalarına katıldı ve monarşinin kaldırılması yönğnde oy kullandı.Ne varki,Kral XVI.Louis'nin idamına karşı çıktığı için Robespierre yönetimi sırasında gözden düştü ve bir yıla yakın süre hapsedildi.Paine'in hapisteyken yazdığı '' Mantık Çağı '' ( 1794 ) adlı kitabının ikinci bölümü 1796'da yayımladı.Bu kitapta Tanrı'ya inandığını,ama yürürlükteki dinsel uygulamalara karşı olduğunu belirttiği için dinsizlikle suçlandı.1796'da yazdığı son büyük kitabı olan ' Tarımsal Adalet ' te toprak mülkiyetindeki eşitsizlikleri eleştirdi.1802'de  ABD'ye dönen Paine yaşamının son yedi yılını bu ülkede geçirdi ve Newyork'ta öldü.

Thomas Paine,1784 yılında yayımladığı ' Mantık Çağı ' adlı kitabnda,Tevrat ve Incil'in eleştirisine  girişirken ' Tek bir Tanrı' ya  inanıyorum....Yeryüzü yaşamı ötesindeki mutluluğa inanıyorum;insanlar arası eşitliğe ve sevgiye inanıyorum ve şuna da inanıyorumki,dinsel görevler adil olmayı,hemcinslerimizi mutlu kılma çabalarını kapsar....'' diyerek sözlerine başlar.Hemen arkasından '' Kutsal '' diye bilinen kitapların Tanrı yapısı değil,insan yapısı şeyler olduğunu söyledikten sınra yaylım ateşine geçer.Örneğin,bu kitaplar hakkındaki görüşlerini sergilerek,herşeyden önce belirttiği şudur:'' Eski Ahit'in müstehcen hikayelerle,şeheviliklerle,gaddarlıkla,intikamlarla dolu sayfalarını okuduğumuzda,bu kitabın Tanrı sözleri olmaktan çok,şeytan sözleri olduğunu söylemenin daha uygun olduğunu anlatırız '' Fakat,bunu da yeterli bulmaz ve ekler ; '' Bu kitapları Tanrı kitapları olarak benimsemeyi Yaradan'a karşı saygısızlık sayarım ''

Bugün uygar ülkelerin kitaplıklarında hala başköşeyi işgal eden bu kitabın yazarı için Napolyon Bonapart vaktiyle şöyle demiştir: '' Yeryüzünün her bir kentine Thomas Paine'in saf altından yapılmış heykelinin dikilmesi gerekir ''

ADAM SMITH 1723 - 1790





Iskoçyalı ekonomist ve filozof olan Adam Smith 16 Haziran 1723 de Iskoçya'da dünyaya geldi.Babası Avukattı ve annesi Margaer Douglas,Adam'ın doğumundan  iki ay sonra ölmüştü.1729-1737 yılları arası Kirkcaldy Burg okuluna devam eden Smith Orada Latince,matematik,tarih ve yazı öğrendi.Smith sonraları Glasgow ve Oxford Üniversiteleri'nde öğrenim görmüş ve daha sonra Glasgow Üniversitesi'nde ahlak felsefesi hocası olmuştur.Çok geniş sahaya yayılan yazıları vardır.Ekonomi bunlar arasında en önemlisidir.

Smith on dört yaşında Glasgow Üniversitesinde ahlak felsefesi konusunda,Francis Hutchenson'ın yanında eğitim göremeye başlamıştır.Özgürlük,hukuk ve ifade özgürlüğü konularındaki tutkusu burada alevlenmiştir.1740 yılında Oxford'daki Balliol Kolejin'de okumaya başlamış fakat 1746 yılında okulu terkedip Oxford'da imtiyaz denetimi konusunda eleştirmenlik yapmaya başlamıştır.1748 yılında Edinburgh'da Lord Kames'in koruması altında kamu konferansları vermiş,konuşma sanatı ve güzel sanatlar konularına değinmiştir.Sonraları '' servet yönetimi '' konusunu  ele almış ve bu dönemde ,yani yirmili yaşlarının sonlarına doğru,daha sonra  '' Ulusların Zenginliğin Nedenleri '' adlı kitabında dünyaya açıklayacağı ' doğal özgürlüğün açık ve basit sistemi '' konusuna el atmıştır.1750 yılı civarlarında ilerde çok yakın arkadaş olacağı David Hume ile tanışmıştır.

Smith'in Hristiyan olan babası dininine çok bağlıydı ve Iskoç Kilisesinin ılımlı kanadına üyeydi.Smith'in Ingiltere'ye gidişinin arkasındaki sebebin Ingiliz kilisesinde kariyer yapmak istemesi olduğu söylensede bu konu hakkında kesin bir kanıt yoktur ve aksine Smith'in Iskoçya'ya deizm yanlısı olarak  döndüğü bilinmektedir.Ayrıca çocukken babası tarafından gönderildiği kiliseden kaçarak geri dönmüştür.Smith,felsefi olarak dinin ekonominin önünde bir engel olarak görmüş ve ateizm üzerinden düşünmüştür.Birçok yönden Darwin ile aynı görüştedir.

1751 yılında Smith Glasgow Üniversitesinin mantık profesörü,ertesi sene de ahlak felsefesi profesmörü olarak atanmıştır.Derslerinde erik,konuşma sanatı,hukuk,politik ekonomi ve '' polis ve gelir '' konularını işlemiştir.1759'da Glasgow'daki bazı konferanslarını bir araya getirdiği '' Ahlak anlayışının Teorisi '' adlı kitabını yayınlamıştır.Bu kitap çıktığı dönemde  Smith'in itibarının yayılmasını sağlamıştır.Kitabın ana teması insan ilişkilerinin verici ve alıcılar arasındaki sempatiye ve anlayışa ne kadar bağlı olduğu üzerineydi.Lord Monboddo'nun 14 yıl sonra yayımlanan  '' Dilin Kökeni ve Gelişimi Üzerine '' kitabundaki detaylı incelemesinde gösterildiği üzere,Smith'in bu ilk kitabındaki dil evrimi analizi yüzeyseldi.Yine de Semih'in akıcı ve ikna edici savunmaları belagatlı olsa da tartışılmazdır.Smith açıklamalarını Lord Shaftesbury ve Hutchenson gibi '' ahlak duygusu '' ya da Hume gibi '' fayda' ya değil,'' anlayış'a '' dayandırmaktadır.

Smith ile David Hume sayesinde tanışan Charles Townsgend 1763 yılı sonunda Smith'ten üvey oğlu genç Bucclecuh Dükü'ne özel ders vermesini rica etti.Smith gelecek iki sene boyunca öğrencisi ile çoğunlukla Fransa'da yaptığı yolculuklar sırasında Turgot,Jean D'Alembert,Andre Morellet,Helvetius  ve özellikle çalışmalarına itibar ettiği Fizyokratik düşüncenin  başkanı Françoi Quesnay gibi öncğ aydınlarla tanıştı.Kirkelaldy'ye döndükten sonraki on seneyi '' Ulusların  Zenginliği '' adlı,1776'da yayımlanan başyapıtı üzerinde çalışarak geçirdi.Kitap büyük çoğunluk tarafından beğenildi ve revaçta kalarak Smith'in meşhur olmasnı sağladı.1778'de Smith Iskoçya 'da  vergiden sorumlu bir devlet bakanı olarak atanan Smith Edinburgh'a annesinin yanına yerleşti.17 Haziran 1790 yılında ağır bir hastalık sonrası yaşamını yitirdi.Bilindiği kadarıyla,gelirinin büyük bir kısmını gizli yardım fonlaruna bırakmıştır ....

DAVID HUME 1711 - 1776



David Hume 26 Nisan 1711'de Iskoçya'nın başkenti Edinburgh'da dünyaya geldi.Asıl soyadı olan ' Home ' Iskoç telaffuzunda ' Hume ' gibi çıktığı için,sonunda o da Hume adını kullanmaya başladı.On beş yaşlarındaki gençlerin devam ettiği Edinburgh Üniversitesi'ne gittiği zaman  12 yaşındaydı.Önceleri avukat olmak istediyse de dürtülerinin ona felsefeye yöneltmesine engel olamadı.

Insan zihninde olup bitenleri Newton'ın deneysel yöntemini uygulayarak,yeni bir insan bilimi kurmayı ve geliştirmeyi öneren Hume,tüm iyi niyetine ve yüksek amaçlarına rağmen,Ingiliz ampirizminin temel tezlerini koruduğu için,son çözümlemede kuşkuculuğa düşmekten kurtulamamıştır..Hume bizim yalnızca kendi zihnimizde doğrudan ve aracısız olarak tecrübe ettiğimiz ideleri,duyum ve izlenimleri bilebileceğimizi,bilgide kendi zihnimizin ötesine geçemediğimize ve bundan dolayı herhangi bir şeyin insan zihninden bağımsız olarak varolduğunu  söyleyemeceğimizi belirtir.Insan zihnini bilgi bakımından  analiz ettiği zaman,insan zihninin tüm içeriklerinin bize duylar ve deney tarafından sağlanan malzemeye indirgenebileceğini görmüştür,bu malzeme ise algılardan başka hiç bir şey değildir.

Ona göre bilinçteki tasarımlar '' izlenimler '' ve '' ideler '' olarak ikiye ayrılır.Izlenimler kısaca tüm duyumlardır.Dış dünyadan alınan tüm etkiler izlenimleri oluşturur.İdeler ise hatırlama ve hayalgücü gibi tasarımlardır.Ideler kendiliklerinden ortaya çıkmazlar,ancak bir izlenim yolu ile oluşurlar.Yani tüm ideler izlenimlere bağlıdır.Izlenimlerinden ok farklı gibi görünen idelerin bile,yeterince araştırılırsa bir izlenimin sonucu olduğu bulunur.Düşünmek yolu ile de bu ideler birleştirilir,değiştirilir,genişletilir veya daraltılır.Örneğin Tanrı idesine,iyilik ve bilgelik gibi ideleri sınırlarının dışına genişletmekle ulaşılmıştır.

Bu noktada tüm ideler izlenimlere sık sıkıya bağlanmıştır.Ancak,ınsanlarda izlenimlere aykırı ideler de olabilmektedir.Bunun yanıtı ise idelerin zamanla canlılıklarını yitirmelidir.'' Hatırlama '' dedğimiz şey idelerin tekrar oluşturulmalıdır ki bu idenin ilk halinden daha soluk daha cansız olmasına neden olur.Dahası,idelerin hatırlama sırasında yanlış izlenimlere bağlanması veya tersi bir durum yanlışlığa ve aykırılığa neden olur.Bunda ise en büyük olü hayalgücü oynar.Ancak hayalgücü de kontrolsüz bir yeti değildir ve bazı kurallara bağlı bie mekanizmadır.İşte Hume bu mekanizmanın kurallarını bulmaya çalışmıştır.Bu yolla '' Çağrışım Psikoloji''sinin gelişmesinde çok önemlidir.

Hume,ruh kavramını da reddeder.Ona göre ruh bir tasarımlar bağlamıdır,pekçok tasarıın bir araya gelmiş halidir.Ve ruhun bir töz olduğu,cisimlerin bir tözğ olduğu düşüncesi de yanlıştır;çünkü biz tözü algılayamayız.Töz kavramı aynı şeye ait duyuların hep aynı algılanması sonucu ortaya çıkar.Insanlar algılarına algılanan şeyin nitelikleri ile birlikte bir de töz ekler ve bu töz aslında gerçekten algılanmaz.

Hume nedensellik ilkesini de eleştirir.Ona göre töz kavramında olduğu gibi nedensellik ilkesi de asla algılanamaz.Bir olayın bir diğerinin nedeni sayamka için aradaki neden etki bağının algınabilir olması gerekir.Bu iki olayın kendilerinde de bu neden etki bağının algılarını bulamayız.Böylece nedensellik ilkesi kanıtlanamaz olur,Insanlardaki bu nedensellik idesinin kaynağı ise töz kavramında olduğu gibidir ; Insanlar iki olayın hep birbiri ardından gerçekleştiğini algılayınca bu olaya bir nedensellik eklemişlerdir.Hume bu eleştirisi ile deneysel bilimi tehlikeye atmış oluyorsa da bu nedensellik kavramına inanmak gerektiği düşünmüştür.Çünkü bu pratik yaşam için zorunludur.

David Hume 25 Ağustos 1776'da Ediburgh'da öldü.Arkadaşlarına her zaman '' ölümden sonra hayatın mantıkdışı bir fantezi '' olduğunu söyleyen Hume,mezarının  başına üzerinde sadece adı,soyadı yazan ve doğum ölüm tarihlerini gösteren bir taş dikilmesini vasiyet etmiştir.Ünlü düşünürün mezarı şu anda aynen vasiyet ettiği gibidir

Wednesday, October 10, 2018

FRANCIS BACON 1561 - 1626







Bacon,22 Ocak 1561 yılında  Londra'da doğmuştur.Soylu bir aileden geleb Bacon'un babası Krallık mühürdarlığı  ve I.Elizabeth'in saltanatı döneminde  adalet bakanlığı yapmış olan Nicola  Bacon'du.Annesi de Kraliçe I.Elizabeth'in  başbakanı olan  William Cecil'in baldızı Anne Cook'tu.Bacon'un eğitimini  teoloji,Yunanca ve Latince tahsili almış olan annesi üstlenmiş ve bu ugurda her sıkıntıya gögus germiştir.

Bacon,Ingiliz hanedanına yakın,böylesine soylu bir aile çevresi içinde ünlü bir devlet adamı olmayı,daha çok küçük yaşta kafasına koymuştu.Bu yüzden,hayatı boyunca sarayın gözüne girmeye çalışmış,önemli konumlara gelebilmek için akla gelebilecek her yola başvurmaktan  çekinmemişti.Onun çocukluğunda  Kraliçe I.Elizabeth kendisine kaç yaşında olduğuu sorduğu zaman,duraksamadan,'' Haşmetmeabımızın uğurlu saltanatından iki yaş daha genç '' cevabını verdiği anlatılır.Çok parlak bir öğrencilik geçirmişti; daha on üç yaşındayken Cambridge'deki Trinity Kolejine gönderildi.Burada üç yıl geçiren ,fakat okulun program ve eğitim yöntemlerinden memnun kalmayan Bacon'un eskinin bilim ve felsefesinden rahatsızlık duymaa başlaması da o zamanlara rastlar.O,daha o zamandan Aristoteles felsefesini beğenmediğini söylüyordu.Bacon,buradaki temel eğitiminin ardından 1576 yılında '' devletin idare sanatını '' öğrenmek üzere Ingiliz büyükelçisinin maiyetinde,,Fransaya gitmişti.Burada üç yıl kaldıktan sonra babasının ölümü üzerine Londraya dönmek zorunda kaldı.1582 yılında avukat olan Bacon,iki yıl sonra da Parlamententoya girmeyi başarmıştır.Onun burada başka şeylerin yanında retoriği ile nam saldığı söylenir.

Baco bu ilk dönemde ,nutuklarının ,bütün gücüne,gösterdiği onca çabaya rağmen,saraydan önemli bir memuriyet koparmayı başaramamıştır.Hatta 1593'te Ispanyaya açılan savaşın giderlerini karşılamak amacıyla Krallık ödeneklerinin artırılmasına karşı çıkması,onun büsbütün gözden düşmesine neden olmuştu.Anlatıldığı kadarıyla,Kraliçe I.Elizabeth'in çok yakınında olan Essex kontu bile,gücü ve etkisinin doruk noktasında olduğu sıralarda,bütün gayretlerine rağmen,Kraliçeden onun için iyi bir makam elde etmeti başaramamıştı.Bacon'u hep himaye etmiş,kendisine büyük bir malikane vermiş olan bu cömert adama,Kraliçenin gözünden düştükten sonra Bacon'un cevabı,onu vatan hainliği ile suçlamak ve idam ettirmek için çalışmak olmuştur.

Kraliçe I.Elizabeth'in ölümünden ve tahta I.James'in geçmesinden sonra şansı dönen Bacon,taht ile parlamento arasındaki ilişkileri ele alan mektupları ve krallığın siyasi önem ve üstünlüğüne dair görüşleriyle en nihayetinde James'ın gözüne girmeyi başarıd.Nitekim 1613 yılında başsavcılık görevine getirilmişti,1617 yılında mühürdar ,ertesi yıl adalet bakanı ve Verulam Baronu,1621'de de St Albanus vikontu yapılan Bacon'un devlet adamalığı kariyeri,aynı yıl kendisine yöneltilen  ağır yolsuzluk ve rüşvet suçlamasıyla  son bulmuştur.O,mahkemesinde  suçunu itiraf etmiş,fakat bu suçu devrin bozukluğuna bağlayarak  yargıçlardan merhamet dilemiştir.Mahkeme sonucunda suçlu bulunup hapse mahkum edilen Bacon,eserlerinde önemli bir bölümünü hayatının bundan sonraki döneminde kaleme almıştır.Filozof 9 Nisan 1926 yılında,altmış beş yaşındayken,bronşitten ölmüştür.

Bacon'un eserleri,onun felsefesinin hem geçmişse dönük eleştirel yönün,hemde geleceğin yeni baştan kuruluşuu amaçlayan,boyutunu bütün unsurlarıyla yansıtır.Başka bir değişle ,Bacon'un felsefesi özde,geçmişin bilim ya da bilgeliğine yönelik bir eleştiriyle bilimlerin yeni baştan  inşasına ve yeni bilimin yönteminin oluşturulmasına dönük proje ve önerilerden meydana gelir.Yani,onun düşüncesi,pek çok modern düşünürde olduğu gibi,eleştirel bir boyut ile yapıcı bir boyuttan meydana gelir.Gerçekten de Bacon'un felsefesi geçmişe dönük radikal bir eleştiri  ile bilimin modern dünyanın şekillenmesinde ve düzenlenmesinde oynayacağı rolü hesaba katarak pratiğin hizmetine koşulmuş bir teoriden oluştuğu için,eserleri de doğallıkla bu genel eğilimi yansıtır.

Nitekim Bacon'un ilk eseri olan,önce Ingilizce sonradan Latince basılmış '' Essayes or Counsles,Civil and Moral '' ( Ahlak ve Politikaya dair denemeler ) 1597 yılında yayınlandı .Özde onun bu ikinci alanda veya yön kapsamı içinde değerlendirilmek durumunda olan bir kitabıdır.Bacon'un ününü artırıp,onu çağın birinci sınıf yazarları arasına sokmuş olan bu eserin taşıdığı öneme rağmen filzof ve yazer kariyerinin yaklaşık 1606 yılına kadar süren ilk dönemi boyunca baskın çıkan eserler,daha ziyade onun geleneğe,geçmişin bilgeliğine karşı çıkışını veya eleştirel tutumunu açığa vuran eserlerdir.Sözgelim 1603 tarihli ' Valerius Terminus ' adlı eserinde Bacon doğa  felsefesiyle ilahiyatın karıştırılmasına karşı çıkarken,bir yandan da Aristotelesçi bilim anlayışına savaş açar.

Daha,İngilizce yazılıp Latinceye tercüme edilmiş birinci eser ile Latince yazılmış ikince eserden de anlaşılacağı üzerine,Bacon'un favori dili,evrenseş dil olarak gördüğü Latinceydi.Yazı dili olarakLaticneyi tercih eden Bacon'un yazarlık kariyerinin dönüm noktasını 1605 yılında yayınlanmış olan '' The Advancement of Learning '' ( Bilginin ilerlemesi ) adlı eser oluşturur.Bacon burada,bir süreden beri seslendirdiği,fakat hayatının bundan sonraki bölümünde rafine ederek veya geliştererek öen süreceği bazı temel düşünce ve ana temaları,pozitif bir takım önerilerle birlikte ortaya koyar.Mutlaka hedefinde esas olarak Antikçağın bilgeliği,özellikle de Aristotelesçi bilim ve mantık anlayışı vardır..Bu çerçevede Cambridge Üniversitesinin ' zihinleri boş ve içeriksiz bırakan ' alabildiğine soyut,sofistik ve diyalektik  eğitim programınada  savaş açan Bacon,Aristotelesçi bilim ve mantık anlayışını reformdan geçirme yolunda ilk adımını atar.Ona göre,bütün hataların kaynağında,gözlem boyutu olduğu kadar,tümevarımsal temelleri de eksik olan Aristotelesin bilim anlayışıyla mantığının  hatalı bir metafiziğe dayanması gerçeği bulunmaktadır.

Bilgiin ilerlemesi,Bacon'un geleceği belirli bir teknik ilerleme anlayışına uygun olarak bilim aracılığıyla inşa etme doğrultusundaki önemli bir dönüm noktası olmuştur.Onun bu yöndeki çalışmalarının doruk noktasını,bununla birlikte esas  ' Magna Instauratio ' ( Büyük yapı ) temsil eder.Aslında eser Bacon'un mantık ve epistemolojiden doğa felsefesi ya da bilime kadar,bütün alanlardaki görüşlerini kapsayacak altı ciltlik bir çalışma olarak tasarlanmıştır.

Altı cilt,şu şeklide planlanmıştı :
1- ' De Dignitate er Augementis Scientiarum '' Büyüklük ve Bilginin ilerlemesi üzerine Dokuz kitap ) 
2- ' The new Organın or Directions Concerning the interpretaion of Nature '' ( Yeni alet ve Doğanın Yorumlanmasıyla ilgili talimatlar )
3-' The Phenomena of the Universe or a  Natural and Experimental Historu for the Foundation of Philosphy ' ( Felsefeye temel olarak Evren fenomenleri veya Doğal ve Deneysel Tarih )
4- ' The Ladder of Intellect ' ( Aklın merdiveni )
5-' The Forenunners,or Anticipation of the New Philosophy ( Yeni felsefenin öncüleri veya habercileri 
6-' The New Philosophy or Active Science ' ( Yeni felsefe ve Aktif Bilim )

Bunlardan birinci cilt,daha önce kaleme alınmış olan Bilginin ilerlemesinin epeyce genişletilmiş bir versiyonudur.Burada onun zamanında hakim olan bilimler sınıflamasıyla birlikte ,yine aynı zaman diliminde sahip olunan veya mevcut olan bilgye dair genel bir envanter ya da açıklama sunulur.Bacon,aslında bu eserde,Klein'ında belirttiği gibi ' biline ve keşfedilmiş olan şeylerle,bilinmesi gerekmekle birlikte bir şekilde atlanmış olan şeyler  arasında bir ayırm yapmayı amaçlamıştır.

Serinin ikinci cildi,Baconun en iyi biline eseri olan ' Novum Organum ' dur.Gerçektende bilimlerin evriminde,deneysel yöntemin kuruluşunda büyük rol oynamış olan eserde Bacon,Aristotelesin Organon adlı eserine karşı,bilimlerin ilerlemesini sağlayacak yeni bir mantık,daha doğrusu yeni metodoloji önerir.Doğayı açıklamanın ve yorumlamanın yeni bir yolunu ya da yöntemini ortaya koyar.Bununla birlikte Bacon eserde sadece yeni metodoloji yada bilginin yöntemleriyle ilgili radikal bir revizyon önerisinde bulunmaz aynı zamanda yeni bir epistemoloji ve ontoloji önerir.O,eski veya klasik mantığın ötesine geçen bir araştırma mantığından oluşan bu yeni sanata '' Interpretatio Naturae '' ( Doğanın Yorumu ) adını verir.

Bacon açısından doğaya ilişikin yorum ve  araştırmanın amacı nedenelrin bilgisi oludğu şçin' Novum Organum' da öne sürülen yeni yöntemle nedenlerin bilgisine ulaşılması amaçlanır. Buradanda anlaşılacağı üzere,yöntem yeni olmakla beraber,doğa felsefesinin nedenlere ilişkin araştırmadan meydana geldiği düşüncesi yeni değildir.O,bu noktada kendisine ne kadar karşı çıkarsa çıksın,Aristoteles'in bilimin nedenlerin bilgisi olduğu düşüncesini tekrarlar.' Novum Organon'un bir başka özelliği ,onun bir deneme ya da metodolojik serim formunda kaleme alınmak yerine,br dizi aforizmadan meydana gelmiş olmasıdır.Bacon'un söz konusu  tekniği kullanmasının nedeni,onun eleştirel araştırne ve bilimsel deneyin ruhuna çok daha uygun düştüğüne inanmıl olabilir.

Bacon,bundan sonraki dört cilt ya da kitabın sadece taslaklarını kaleme alabilmiştir.Bitirilebilseydiler eğer,üçüncü kiatp ,Bacon'a göre ,biyoloji,zooloji benzeri farklı bir bilim dalları temelleri üzerinde geliştirilen doğa tarihinden meydan gelecekti.Buna göre eser,evrendeki fenomenlere ilişkin doğal ve deneysel tarihten meydana gelecekti.Söz konusu  fonksiyonel tarihler insanın belleğine destek verip araştırma için gerekli materyali veya doğaya ilişkin olgusal bilgiyi sağlar.Sadece küçük bir fragmandan meydana gelen,dördüncü kitap,eğer yazılmş olsaydı.Bacon'un yeni yönteminin samut ve başarılı uygulamalarından;beşinci kitap ise yöntemden nispeten bağımsız gerçekleştirilmiş keşif örneklerinden oluşacaktı.Altıncı kitap ise yeni yöntem ve modern bilime uygun düşen yeni felsefenin betimlenmesinden meydana gelecekti.

Bacon'un bu eserlerin dışında kalan iki eseri daha vardır.Türkçeye de tercüme  edilmiş bu eserler,sırasıyka  ' Nova Atlantis ' ( yeni atlantis )  1627 de yayınlanmıştır  ve 1625 de yayınlanan ' Essayes ' ( Denemeler ) dir.İkincisinde çok çeşitli konularla ilgili görüşlerini serbest denemeler formunda yazıya döken Bacon,Ütopya literatürünün  seçkin örneklerinde bir olan Yeni Atlantis te ,Pasifij Okyonusundaki bir adaya yapılan hayali bir seyahatin anlatırken,reformdan geçirilmiş aktif  bilim tasarımıyla gelecek vizyonunu ortaya koyar...

TOMMASO CAMPANELLA 1568 - 1639



Asıl adı '' Giovanni Domenico Campanella '' olan Tommaso Campenalla 5 Eylül 1568 tarihinde zamanın Napoli Krallığı topraklarında olan Stilo kentinde doğmuş ve 21 Mayıs 1639 tarihinde de Paris'te ölmüştür.İtalyan şair,yazar ve Platoncu bir düşünürdür.Bir Ütopya örneği olan '' Güneş ülkesi '' adlı eseriyle ünlüdür.

Campanella 1583'te Dominiken tarikatina girerek  Tommaso adını aldı.1589 da Napoli'ye giderek,orada '' Duyularla Açıklanan Felsefeyi ' 1591 de yayınladı.Padova'da Galileo Galilei ile tanıştı,yıllar sonra yazdığı  '' Galilei'nin Savunması '' ( 1616 ) adlı eserinde Galileo'yu savunacaktı.Campanella 1593te eşcinsellikle suçlandı ve tutuklandı,ama beraat etti.1596'da bu sefer dinsel sapıklık suçlamalarına karşı kendini savundu.Tomassı Campanella Calabria'yı Ispanyol egemenliğinden kurtarmak ve hayalindeki kömünist düzeni kurabilmek için 1599 yılında bir ayaklanma planı hazırlamıştı.Bu plana Calabria'nın ileri gelenleri de dahil olmuştı,ancak Isyan hazırlığının ihbar edilmesi üzerine geniş bir tutuklama başlatıldı ve bu kapsamda Campanella da tutuklanarak Napoli'ye götürüldü.Gördüğü işkence sonucunda ayaklanmada yer aldığını itiraf etti,ancak deli rolü yaparak ölüm cezasından kurtuldu ve ömür boyu hapse mahkum edildi.1626'da serbest bırakıldı.Tomması Campanella  1634 te Napoli'de Ispanyollara karşı bir komplonun içinde yer aldığı belirlenince ,Fransa'ya kaçtı ve 1639da Pariste öldü..

Campanella hapisteyken en ünlü yapıtı ' GüneşÜlkesi ' ni yazdı.Yüzyıl önce yaşamış Thomas Moore gibi,Campanella da yapıtında Platon'un ' Politea'sını örnek alır.Güneş Ülkesinin yöneticileri aydın kişilerdir.Ülkenin en yüksek yöneticisi bir filozof rahiptir.Her birey topluma yararlı olacak şekilde bir görev üstlenir.Özel mülkiyet yasak olup,her şey ortaktır.

Campanelle hemen hepsi Latince olan sayısız eserler yazmıştır.Felsefe tarihinde Campanella'nın adı Aristoteles felsefesinin düşmanı ve deneysel yöntemin öncüsü olarak anılmaktadır.Bacon'dan önce,fizik alanında ,gözlem olmadan '' varsayımlar deneylemeyle kontrol edilmeden sağlam hiç bir bilgiye varılamaz '' diyen o olmuştur.Calabria'lı düşünür herşeyden önce,felsefeyle tanrıbilimi birbirinden ayırmak gerektiğini ileri sürmüştür.Ona göre,felsefe duygu ve akıl yoluyla varılan tabiat bilgisidir,Incil ise imanla tabiat üstü dünyasını tanımayı amaç edinmiştir.Tabiatı öğrenmek,günlük yaşayışımızda ondan faydalanmak anlamına geldiği halde,tanrıbilim sadece ruhun kurtuluşuyla ilgilenmektedir.Onun için,felsefe tabiatıb sırlarına yönelmiş bir araştırma olarak,kutsal kitapların baskısından kendini kurtarmalıdır.Çünkü bu kitapların  böylesi bilgiyle hiçbir ilişkisi yoktur.Ayrıca felsefe kendini insandan gelen her türlü otorideden kurturmalıdır.

Felsefe eserlerinin değeri ne denli büyük olursa olsun,Campanella'dan bugüne kalan,adını ölümsüzleştiren şey,hiç şüphe yok ki ' Güneş Ülkesi 'nde dile getirdiği  toplumsal bir düzen düşüncesidir.İlk defa Utrecht'de 1643 de basılmış olan Güneş Ülkesi Platon'un Devleti ve Thomas Moore'un Ütopya'sıyla aynı düşünce çizgisi üzerinde,insanoğlunu mutlu bir yaşayışa kavuşturma yolundaki  isteklerin en temiziyle yazılmış eserlerin başında gelir.

Güneş Ülkesi Campanella'nın günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğü filozofça bir devlet tasarısıdır.Campanella bütün kötülüklerin  ve haksızlıkların kaynağı,insanın kendinden başkasını düşünmemesinde,dünya malının benim senin diye bölüşülmesinde bulmaktadır.Ona göre,insanlar genel yarar kaygısından uzak oldukları sürece kendi dar çevrelerinde,kendilerinden başkasını düşünmezler.Oysa toplum halinde birleşen insanların amacı genel yarar olmalıdır.Özel çıkarları kaldıralım,toplum yararından başka bir şey kalmaz ortada.Bencil davranışlar,eninde sonunda,toplum güçlerinin çatışmasına yol açar.Oysa bu güçlerin genel yarara yönelmesi,güçler arasında tutarlı bir denge yaratır.Onun için Güneş Ülkesinde herşey devletin genel yararın buyruğu altındadır.


TAGORE 1861-1941







Geleneksel Hint Kültürüyle Batılı modernizmin birleştiren ve bu nedenle '' Doğu ve Batı'nın arabulucusu '' olarak anılan  şair/düşünür  Rabindranath Tagore  7 Mayıs 1861 de doğdu.Çiftlik sahibi Hindu dini reformcusu Maharishi Debendranath Tagore ile Sarada Devi'nin 14.oğlu olarak Thakur soyadını taşıyan yazar Ingiliz egemenliğindeki Hindistan'ın başkenti Kalküta'da dünyaya geldi.17 yaşına bastığında Brighton'da bir okula kaydını yaptırdı.Ancak bir süre sonra eğitimini yarım bırakarak pahasına da olsa Hindistan'a döndü ve ilk müzikli oyununu yazdı.

1880'li yılların ortasından sonra yazdığı çok sayıda şiir kitabı,öykü ve oyunlarını birkaç gazetede yayımlayan Tagore tüm yapıtlarını  Bengal diliyle kaleme almış ve bir bölümünü kendisi Ingilizceye cevirmiştir.1901 yılında sahip oldukları Huzurun evi adlı çiftlik eviyle aynı adı taşıyan özel okulu,elli yıl sonra uluslararası devlet üniversitesi olarak kabul edilmiştir.Huzurun evi Tagore'un yönetimi altında Doğu ve Batı kültürleri arasında bir köprü görevi üstlenmiştir.

Düşünür yüzyılın başlarında Bengal dilindeki ilk gerçekçi psikolojik roman olma özelliği taşıyan ' Gözündeki kum' u yazdı.Tagore bundan sonradaki romanı ' Deniz Kazası '' oldu.Ikı romandada Hindu toplumunun aşka ve duygulara  düşman zorlayıcı unsurlarını inceledi.En önemli nesir yapıtı olan '' Gora '' da da ayrı tavrı sergileyen yazar siyasal ve dinsel alanda hoşgörüyü savundu.Kırkdokuz yaşında yayımladığı ilahiler adlı şiirleriyle 1913 Nobel Edebiyat ödülüne değer bulundu.Bu yapıt Tagore tarafından seslendirilmiş,şarkı biçimine dönüşen çoğunlukla melankoik 115 şiir kapsamaktadır.Şiirlerinde çoğunlukla Tanrı özlemi,sevgi,aşk ve doğa tasvirlerini tema edinen yazarın eserlerinde sembolizmin etkisi görünmekte ve bu eserle mistik bir bütünlük gözlenmektedir.Lirik ve felsefi yapıtları yirmi sekiz cildi kapsayan Bengal edebiyatının yenileyicisi Tagore,bu eserlerinden dolayı 1915 yıllarında sonra ülkesinde büyük saygı uyandırmıştır.

Izleyen yıllarda başta Amerika ve Avruanın çeşitli ülkeleri olmak üzere,milliyetçilik ve Batı kültürüyle Asya kültürünün kaynaşmasına yönelik konferanslar vererek hedeflerini anlatan Tagore,1915 yılında Ingiltere Kralı tarafından Sir asalet ünvanı aldı.Ancak Tagore,Amritsar Katliamı adıyla tarihe geçen olayı protesto etmek amacıyla bu unvanı dört yıl sonra iade etti.Bundan sonraki romanlarında ana temalarının yanı sıra bütün ırk ve sınıfların dayanışmasına yönelik görüşlerini dile getirirken,yapıtlarında bir taraftan insanın saygınlığını,diğer taraftan ise toplumun giderek teknikleşmesini ve totalitarizmi işledi.Insan düşman olan bu tür gelişmelere karşı açılan savaşlardan hemen hepsini hümanizm kazanıyordu.

Sanatın hemen her dalıyla ilgili olan Rabindranath Tagore,1930 lu yıllardan itibaren daha çok resim sanatına yoğunlaştı.Bu yıllarda aynı zamanda bestelerinin bir kısmı da kendisine ait olan şirr ve şarkı derlemelerini çıkardı.1940 yılına kadar yaptığı,çoğu fantastik masal yaratıklarını içeren yaklaşık iki bin tablosu topkı olgunluk dönemi edebi eserlerinde olduğu gibi ekspresyonizme dönmesinin kanıtı sayıldı.Son romanı ' Dört Bölüm'' de bir kez daha aşk konusuna yönelen yazar,giderek yükselen faşizm tehlike oluşturmaya başlamasının ve İkinci dünya savaşının çıkma ihtimalinin oluşmasıyl birlikte bir kez daha politik çalışmalara hız verdi.1941 de yazdığı '' Uygarlık Buhranı '' adlı denemesinde belirttiği gibi Nazi Almanyasının eleştirir

'' Bütün insanların ruhlarının tek hakimi sensin '' adlı şarkısı 1950 yılında Hindistan'ın ulusal marşı haline getirilen ve aynı zamanda Bangladeş Ulusal Marşının bestecisi olan Rabindranath Tagore 7 Agustos 1941 de Kalkütada ölür.

Bazı Dizeleri :

* Kendi Sabahları Tanrı'yı bile şaşırtır

* Silahları Tanrı yapmış kendine
   Silahları yenince kendi yeniliyor

* Yıldızlar ateşböceği sanılmaktan korkmazlar

* Yaşam,bize verilmiştir;biz onu vererek kazanırız

* Küçük çicek tomurcuklanınca bağırır '' Sevgili Dünya,solma,n'olursun

*Tanrı büyük krallıklardan bıkar,ama küçük çiçeklerden hiç bıkmaz 

* Yaprak,sevince çicek olur
   Çicek,tapınca yemiş olur

* Yapraklarını koparmakla güzelliğini toplayamazsınız çiceğin

* Tanrı insanların fenerlerini kendi büyük yıldızlarındanda çok sever

* Durmadan öleceğim- yaşamın tükenmeyeceğini öğreninceye kadar

* Yaşamın durgun suyunun kıpırdatır ölüm çeşmesini

* Insanlık tarihi,ezilen insanın yengisini sabırla bekliyor

Tuesday, October 9, 2018

IBNI HALDUN 1332-1406





Arapça'dan Latince'ye eserlerin çevrilmesi hareketi zayıfladığı için,Ibn Haldun'un düşünceleri Avrupa'ya  oldukça geç XIX yüzyıl ortalarında girdi.Fırtınalı hayatını umumi tarihine ek olarak yazdığı kısımdan öğreniyoruz.1332 yılında Tunus'ta doğan Ibn Haldun,Hadramut'tab Ispanya'ya göçmüş çok eski bir aileden geliyordu.XII.yy da Ispanyanın III Ferdinand tarafından zaptından sonra Ibn Haldun'un ailesi Tunus'a sığındı ve düşünür Kuzey  Afrikanın bu önemli şehrinde doğdu.

Ibn Haldun,Ebu Abdullah M.el Ansari'den ders aldı.Erkenden bilginlerin meclisine girdi.Bir seyahatte Fas emiri Ebu Inan'ın veziri oldu.Kendisini kıskanan memurların iftiraları yüzünden hapsedildi.Bu emirin ölümünden sonra yerine geçen onu serbest bıraktı ve genel yazmanlık yaptı.Fakat buda uzun sürmedi ve kabilelerin  isyanı üzerine emir,iktidarı kaybetti.Memleketin siyasal hayatından rahatsız olan Ibn Haldun Endülüs'e gitmek için izin aldı.Granada Ispanya'da Islam devletinin son sığınaydı.Tarihçi İbn el Hatib orada vezirdi.Ibn Haldun orada tarihi çalışmaları için en elverişli ortamı buldu.Abdullah onu Kastılya kralına elçi olarak gönderdi.Ibni Haldun ile Ibni Hatib arasında içten rekabet İbni Haldun'u Granada'dan ayrılmaya ve Becaye emiri Ebu Abdullah'ın devletini kabule mecbur etti.Bir memlekette vezir oldu.Becaye ile Konstantiniyye arasındaki gerginliklerin halli ile uğraştı ve siyasi hayatın devamlı huzursuzluğu onu yeniden memleketi bırakmaya  ve Telemsan'da  bilimsel çalışmaları için yerleşmeye zorladı.

Tunus'ta Beni Hafs,Cezayir'de Beni Abd el Vaad,Fas'ta  Beni Merini Hanedanları vardı.Fakat gerçekte her şehirde ayrı bir hükümet olup sahra da hiç bir güce bağlı değildi.Hanedanlar arasında savaş,şehirlerin güvensizliği,kervanlar ve köylerin kabileler tarafından yağma edilmesi onları istikrarlı bir hayatta bırakmıyordu.Ibni Haldun,Kuzey Afrika'dan umutsuzluğa kapıldı ve Endülüs'e dönmek istedi.Fakat Granada emirinin iyi karşılamasına rağmen onun hakkında '' Ebu Hamu'nun casusudur '' şeklinde yapılan dedikodular onu yeniden Ebu Hamu'yu aramaya mecbur etti.Kırkyedi yaşındaydı ve devamlı okumaları  ve siyasi tecrübeleri ile büyük bir bilgi biriktirmişti.Bundan sonra siyasi hayatı bırakmaya ve kendi deyimiyle 'yeni bir bilim' i yazmaya karar verdi.Bu suretle Umumi Tarihi'nn başı olan 'Mukkadime'yi yazdı ve onu kütüphanesinde tamamlamak için Tunus'a döndü.Tunus Sultanı bu önemli eseri yazılmasıyla çok ilgilendi.Eserini Sultana ithaf etti ve yazma nüshayı kütüphaneye verdi.Mukkadime önce Paris'te Etienne Marc Quatremere tarafından,Kahirede Mustafa Fethi tarafından bastırıldı.İlk çeviriler Türkiye'de Pirizade Cevdet Paşa tarafından yapıldı.18yya kadar batı bu filozofu tanımıyordu.XIX yüzyıl başında Sylvestre  de Sacy onun önemini gördü.Garcin de Tassy,Ibn Haldun'un eserinden bir kaç bölümünü çevirdi.Etienne Marc Quatremere eseri '' Prologemenes '' adıyla yayınlamıştı.Özel halinde Fransızcaya çevirdi,fakat bitiremedi.İlk defa tam çevirisini Baron de Slane yaptı.O zamandan beri Batı ülkelerinde Ibn Haldun'dan çok bahsedilmektedir.Eserin tamamlanmasından sonra Ibn Haldun Hacca gitti.Dönüşünde hayranlıkla karşılandığı Mısır'a yerleşti.El Ezherde ders verdi ve kadıların kadısı oldu.Bazı hoşnutsuzluklara rağmen hukuki reformlar yaptı ve lüçük bir aralıktan sonra yeniden aynı işe tayin edilerek ölümüne kadar kaldı.Timurlenk Beyazıd'ı yendikten sonra Mısır'a yönelmişti.Melik Nasır tehlikeyi atlatmak için Ibn Haldun'u Şam'a elçi olarak gönderdi.Gerçekten bu görev Mısır'ı istiladan kurtardı.Ibni Haldun 19 Mart 1406 tarihinde,bölgenin Maliki kadısı seçildikten  yaklaşık bir ay sonra kahire de öldü..

IBNI RÜŞD 1126-1198

Tam adı ' Ebu'l Velid Muhammed İbn Ahmed ibn Muhammed Ibn Rüşd '' olan İbn Rüşd Cordoba'da doğdu ve Fas'ın Marakeş şehrinde öldü.Batı dillerinde adı Avernes olarak geçer.Orta çağ'ın Avrupalı Skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü,Dante Ibni Rüşd'ü ilahi Komedya'da diğer  büyük pagan filozoflarka beraber ' Iltifatın üne borçlı olunduğu ' Limbo'da tasvir etmiştir.

Ibni Rüşd Maliki mezhebinden  fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir,dedesi Ebu El Velid Muhammed Murabıtlar hanedanın Cordoba'daki en yüksek dereceli hakimiydi.Babası Ebu El Kasım Ahmede aynı makamı Muvahhidler'in  1146'daki hakimiyetine  kadar işgal etti.Ibn Rüşd küçük yaşından itibaren ilim tahsil etmeye başladı.Önce kelam ve fıkıh ilimlerini ,daha sonra zamanının ilim merkezi olan Cordoba'daki büyük alimlerden fizik,tıp ve Astronomi ilimlerini tahsil etti.Bu ilimlerle ilgili birçok eser yazdı.Edebiyat ve felsefeye karşı ilgi duymaya başladı.Filozof Ibn-i Tufeyl ile dostluk kurdu.Onun vasıtasıyla  Fas'a giderek,felsefecilere  karşı aşırı  sevgi duyan Fas Hükümdarı Ebu Yakub Yusuf'un iltifatlarına  kavuştu.Ebu Yakub Yusuf  Aristo'nun eserlerini şerh etmesini istedi ve onu Sevilla kadılığına getirdi.Ibn Rüşd,Farabi,Ibni Sina ve Gazali ile Batı filozoflarının eserlerini inceledi.Aristo'nun görüşlerini ayrıntıyla inceleyip şerhler yazdı.Aristo ile Platon'un felsefi görüşlerini uzlaştirmaya çalıştı.Yunan Filozoflarının yanıldığını savunan Gazali'ye karşı bu filozofları savundu.

Gazali'nin felsefecilerin tutarsızlığını ,sapıklığa ve küfre neden olan fikirlerini çürüten ' Tehafüt-ül Felasifiye '' adlı eserine '' Tehafüt-ül Tehafüt '' adlı bir reddiye yazdı.Hükümdar Ebu Yakub Yusuf onu  kendine kişisel hekim tayin etti.Az sonra da Cordoba kadılığına getirildi.Felsefecilerin eserlerini inceleyip,Aristo'nun  tesirinde kalan Ibni Rüşd her şeyin akıl ile anlaşılabileceğini ileri sürdü.Din bilginlerini kendi akıl ve görüşüne göre izah etmeye kalkıştı.Fikirleri kısa zamanda yayılıp tehlikeli olmaya başladı.Hükümdar Ebu Yakub Yusuf'un ölümünden sonra yerine geçen oğlu El Mansur'un da iltifatlarına kavuşup ' Kadılar kadısı 'oldı.İleri sürdürdüğü fikirlerin Islam dininin esaslarına ters düşmesi,Müslümanlar arasında hoşnutsuzluklar çıkardı.Ad kavminin helak olmasına dair bilgilerin hayal ürünü olduğunu söyledi.Ehl i Sünnet olan bazı müslümanlar Kuran ı Kerim de bildirilen bir konunun efsane olduğunu iddia eden bu sözleri üzerine,ona karşı iyice cephe aldılar.Halkın şikayetleri üzerine hükümdar Cordoba alimlerindenn bir meclis topladı.Toplanan alimler onun Islamiyetin iman esaslarına uymayıp görüşlerinin çoğunun sapıklık,bir kısmının ise dinden çıkmaya neden olduğuna karar verdiler.Bunun üzerine vazifesinden  alınan Ibni Rüşd Hapsedildi..Bilhare Sultan Mansur,Cordoba'ya gelince onu affetti ve iltifatlarda bulundu.Fakat son seneler keder ve sıkıntılarla geçti.Serveti elinden alındı.Lucene şehrine sürüldü ve 1198 e Marakeşte öldü..

Her türlü gerçeğim yalnız akıl ile bulunabileceğine  inanan ve bunu savunan Ibn i Rüşd  rasyonalist bir filozoftur.Fikirleri de buna göre şekillenmiş,dini konularda vahy ve nakil esasını bırakarak akla sarılmıştır.Pervasız sözlerinden  ve görüşlerinden dolayı Hristiyan düşünürler tarafından zamanının Voltaire'i olarak kabul edilmiştir.Ibn Rüşd Allah'ın varlığı,iradesi,ilmi ,kudreti  ve yaratıcılığı hakkında ileri sürdüğü akılcı sözleriyle Islam dininin iman ve itikad esaslarından ayrılmış,uzaklaşmış ve bazı konularda Aristo ile aynı görüşlere sahip olduğunu açıklamaktan çekinmemiştir.

Felsefede dünya çapında evrensel bir beyin olarak kabul edilen İbn Rüşd zamanının en büyük hekimlerinden birisi olup,tıp alanında on altı eser yazmıştır.Bunlar arasında '' Külliyat fit Tıb '' en meşhur olanıdır.Bu kitabında hastalıkları  tek tek ele alarak incelemiş,hiç bir insanın hayatında ikinci defa  çiçek hastalığına yakalanmayacağını belirterek sebeplerini izah etmiştir.Ayrıca gözdeki retine tabakası  ve çalışma tarzı hakkında da dikkate değer açıklamalar yapan Ibni Rüşd,tıp tarihinde gözdeki retina tabakasının bilimsel olarak açıklayan ilk tıp bilgini olmuştur.Ibni Sina nın 'Kanun ' adlı eserine ve Galen'in tıpla ilgili eserlerine şerhler yazmıştır.Diğer eserlerindede  tedavi,zehirler ve ateşli hastalıklarla ilgili bilgiler yazmıştır.Ibn Rüşd'ün tıbla ilgili eseri Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak kabul edilmiştir.

MUHYIDDIN IBNI ARABI 1165-1239




Asıl adı '' Ebu Abdullah Muhammad bin Ali bin Muhamad el Arabş el Hatimi ek Taj '' olan bu islam düşünürüne kısaca Muyiddin İbni Arabi de denir.Muvahhidun  döneminde Ispanya'da Murcia'da doğdu.Muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle sekiz yaşında ailesiyle birlikte Sevilla'ya geldi.Ailesi Arap ' Tayy' kabilesine mensuptu.Yakın ataları hakkında fazla bir şey bilmiyorsada,anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor.Akrabaları arasında tasavvufi  bilgilere sahip kimseler vardı.Dayısı Ebu Muslim El Havlani de ''kutub 'ların büyüklerinden sayılır.İlk eğitimini bu şehirde aldı,uzun süre burada kaldı.

Endülüs'de bir süre daha kaldıktan sonra,seyahate çıktı.Şam,Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan alim ve şeyhlerle tanıştı.1182'de Ibn Rüşd ile görüştü.Bu görüşmeyi eserinde anlatır.Bu Ibni Rüşd'üm '' bilginin akıl yoluyla elde edileceğini '' söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır,17 yaşında genç Muhyiddin gerçek bilginin sadece aklımızdan gelmediğine,böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.

1184-1185 de Ureyni isimli bir şeyhle tanıştı.Eserlerinde  ondan ilk hocam diye bahseder,çok faydalandığını söyler.Ureyni ' kulluk ' meselesinde derin bir bilgiye sahipti.Bu yıllarda  ' Martili ' adlı bir şeyhten de istifade etti.Ureyni ona '' Sadece Allah'a bak '' derken,Markili '' Sadece nefsine bak,nefsin hususunda dikkatli ol,ona uyma diye öğüt vermişti.Martili'ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu.Bu zat kendi nasihatiin doğruluğunda ısrar edecek yerde ' Oğlum,Ureyni'nin gösterdiği yol,doğru yolunda ta kendisidir.Ona Uyman lazım.Bizim ikimizde ,kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermiştir '' dedi.

Arabi Sevilla'dayken ( 1190 ) hastalanıp okuma kabiliyetini kaybetti.İki yıl bu halde kaldıktan sonra Sebte şehri'ne giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği Ibnu Cübeyr ile tanıştı.Bir süre sonra Sevilla'ya döndü.Aynı yıl Telemsan'a geldi.Burada Ebu Medyen hakkında gördüğü bir rüyayı anlatacaktır.

1196'da Fas'a gitti.Orada yaptığı seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı.1198'de  tekrar Endülüs'e geçti.Granada şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti.1199-1200 'de ilk defa hac için Mekke'ye gitti.Hac'dan sonra Mağrib'de,oradan da Ebu Medyen'in şehri olan Becaye'de bulundu.Bir süre sonra tekrar Mekke'ye geldi ' Ruhu'l Quds ' ' Tacu'r Rasul '  adlı eserlerini yazdı.

1204 de Medine,Musul,Bağdat'ta bulundu.Musul'da ' Et-Tenezzülatu'l Musuliyyeyi '' yazdı.Musuldan ayrıldıktan sonra Konya'ya geldi.Orada tanıştığı Sadreddin Konevi'nin dıl Annesi ile evlendi.Konya'da iken'' Risaletü'l Envar''ı yazdı.Sonra Mısır'a geçti.Orada 'Futuhat-ı Mekkiye'deki '' sözlerinden ötürü  Mısır Uleması tarafından hakkında verilen idam fetvasıyla yüzyüze gelince gizlice oradan kaçtı.Tekrar Mekke'ye geldi,burada bir süre kaldı.Bağdat ve Halep'te bir süre dolaştıktan sonra 1215te tekrar Konya'ya geldi.Daha sonra Şam'a yerleşti.Zaman zaman civar şehirlere ziyaretler yaptı.Şam'da kendisiin Futuhat'tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen ' Fususu-ül Hikem '' i kaleme aldı.( 1230 ) Şam'da 1239 yılında vefat etti.Kabri Şam şehri dışında  Kasiyun dağı eteklerindedir.

Vahdet-iVücud öğretisinin baş sözcüsü olmakla birlikte kendisinden  sonra Vahdet i Vücud  görüşünü benimseyen sufiler için Muhyiddin İbn Arabi'nin lakaplarından olan Şeyh-i Ekber 'e atıfla  Ekber'i sıfatı kullanılmıştır.

Monday, October 8, 2018

IBN TEYMIYYE 1263-1328




Tam adı '' Ebu'l Abbas Takiyuddin Ahmed bin Abdülhalim  bin Mecdiddin bin Abdulselam bin Teymiye ''olan Islam alemi ve düşünür Ibn Teymiyye 1263-1328 arasında yaşamış ve Harranda doğmuştur.Selefiyye /Ehli hadis anlayışının en önemli alimlerinden sayılır ve görüşleri çeşitli islam alimlerini ve akınlarını etkilemiştir.Moğol istilası yüzüden,çocukken ailesiyle birlikte Şam'a göç etmişlerdir.O dönemlerde Şam bilim ve kültür açısından da çok önemli bir şehirdi.Moğol istilaları döneminde doğması ve yetişmesi onun karakterini etkilemiş ,siyasi düşüncesinde de yansımaları olmuştur.


Ibn Teymite fakih ( fıkıh bilgini )  ve muhaddis ( hadis alim ) kişiliğinin yanı sıra inanç konularında da çeşitli söylemlerde bulunuyordu.Özellikle yaşadığı dönemlerde yaygınlaştırmaya başlayan sufizme karşı,çoğunlukla isim vermeden genel eleştirlerde bulunmuştur.Bu konuda çeşitli risalelerde  kaleme almıştırki,genel söylemi ve sufizmi eleştirme açısından,bunlar onu önemli bir konuma koymaktadır.Özellikle Ibni Arabi'Nin görüşlerine karşı getirdiği eleştiriler bu alanda önemli bir yere sahiptir,Inanç konularında Eş'ariyye mezhebine ters düşen düşünceleri vardı,akli ve felsefe ile mantığa dayanan yorumlardan kaçınmaktaydı.Bu dönemin Eş'ariyye mezhebine bağlı olan idarecilerini ve halkın büyük bir kısmını ona karşı olmaya itmiştir.

Bu sırada gelişen bir Moğol istilası karşısında da aktif biçimde rol almış ve savaşmıştır.Özellikle savaştaki konumu halkı ısrarla savaşa davet etmesi onu diğer bir çok alimden ayırır.Bu tip muhalif yönleri nedeniyle bir çok düşman edinmiştir.Davet üzerine Mısır'a gitmeye karar vermiştir.Burada çeşitli şeyler bahane edilerek ,genel olarak haksız diye yorumlanacak bir biçimde zindana atılmştır.Zindandan yaklaşık bir buçuk sene geçirdikten sonra serbest kalmışdır.Zindanda kaldığı bu dönemde çeşitli işkencelere maruz kalmıştır.

Ellili yaşlarındayken Moğollara karşı bir savaş çağrısı üzerine,tekrar Şam'a hareket etmiştir.Fakat savaş gerçekleşmemiştir..Yine de Şam'da ikamet etmeye devam eden Ibn Teymiyye  fıkıh konusuna ağırlık vermiştir.Her ne kadar Hanbeli mezhebini takip etse de,mezhebe tamamı ile bağlı değildir.Zaman zaman dört fıkıhlı mezhebinin görüşlerine de ters olan görüşleri oluyordu ve bunları açıklamaktan çekinmiyordu.İktidarın bu davranışını yasaklamasına rağmen,Ibni Teymiyye dört mezhebin görüşleriyle ters düştüğü durumlarda kendi görüşünü sunmaktan ve fetva vermekten geri durmamıştır.

Iktidarın yasağı tekrarlamasına rağmen Ibni Teymiye'nin davranışını sürdürmesi sonucu ,filozof Şam kalesine hapisedildi.Yaklaşık altı ay hapiste kaldıktan sonra serbest bırakıldı.Ibni Teymiyye bu dönemde fıkıh çalışmalarına ağırlık vererek devam etse de,diğer konularda da çalışmalarına devam etti.Bu sıralarda karşitı gruplar onun eski fetvalarından birini ortaya atarak onun yönetim ile arasının açılmasına neden oldu,sonuçta Ibni Teymiyye tekrar hapsedildi.Hapis süreci içinde baskı arttmış ve sonunda onun hapiste okuyup yazmasını da yasaklarlar.Ibbi Teymiyye iki yıl sonra 1328 te yakalandığı bir hastalık sonucu öldü.

Ibni Teymiyye insanın yapısı gereği medeni olduğunu,başka bireylerle birleşmete hem çıkar değişimi hem de tehlikeleri bertaraf etmek için ihtiyaç duyduğunu düşünmüştür.Buna göre,topluluk içinde faydalı sonuçlar verecek,eylemlerini desteklemek ve emretmek ,zararlı sonuçlar verecek eylemleri yasaklamak için topluluğun bir idareciye ihtiyacı vardır.Bu idareciye itaatin gerekliliği olduğunu ,fakat itaat gibi nasihatinda gerekli olduğunu vurgular,ona göre 'din nasihattır '

Tarihçiler Ibni Teymiyyenin eserlerinin yaklaşık 300 cildi bulduğunu belirtsede bu eserlerin tamamı günümüze ulaşmamıştır.Inanç konusunda bugüne ulaşmış yaklaşık yirmi risalesi mevcuttur.Bu risalelerin bir kısmı ile bazı küçük kitaplar '' Mecm'uatü'r-resail'' ismi altında basılmıştır.Hristyanlara islam dinini anlatmaya çalıştığı  ve çeşitli Hristiyan doktrinlerin, eleştirdiği '' el- Cevabu's-sahih limen beddele dine'l Mesih '' adlı bir eseride vardır..

GAZALI 1058-1111





Asıl adı ' Ebu Hamid Muhammed Ibn Muhammed el Gazali' olan Müslüman ilahiyatçı,Felsefeci,düşünür ve tasavvuf alimidir.Batı dillerinde ismi ' Algazel' dir.Gazali Hicri 450  yılında Tus şehrinde doğmuştur ve aslen Fars kökenlidir.İlk öğrenimini Tus şehrinde Ahmed bin Muhammed er Razikani'den,daha sonra Cürcan şehrine giderek Ebu Nasr el Ismail'den eğitim görmüş daha sonra 28 yaşına kadar Nişabur  Nizamiye Medresesinde ilim öğrenimi görmüştür.Hocası Imam-ı Harameyn Abdülmelik el Cüveyni 1085 yılında ölünce Nişabur'dan Büyük Selçuklu Devletinin ilk veziri Nizami ül mülkün yanına gider.Nizamülmük  Gazali'yi 1091 yılındaki Bağdad'taki Nizamiye medresesinin başhocalığına getirir.Bu arada Nizamül Mülk 1092 yılında Horasan'da öldürülür.1095 yılının kasım ayında görevini bırakan Gazali,1096 yılında Haç ziyareti için Şam,Kudüs,Medine ve Mekke'yi ziyaret eder.1105 yılında tekrar Tus şehrine geri döner.Nizamülkün  oğlu Fahrül Mülkün ricası üzerine,1106 yılında Nişabur şehrindeli Nizamiye medresesinde ders verir,daha sonra 1111 yılında Tus şehrine döner ve aynı yıl vefat eder.

Gazali'nin bir felsefe eleştirmeni olarak islam dünyasında derin etkisine ek olarak,onun ' şüphe ,hakkı götürür '' prensibiyle  Fransız düşünürü Descartes'a '' Sebep ile sonuç arasında zorunlu bir bağlılık  yokturu '' düsturu ile David Hume'a ve '' Aklın bütün meseleleri  kavrayamadığını '' ileri süren ilkesiyle de Alman düşünürü Kant' a öncülük  ettiği söylenebilir.

Gazalinin Bagdat'ta çağının bütün dinsel ve düşünce akımlarıyla tanışması,onu giderek bilginin niteliği üzerinde düşünmeye ve bunu sorgulamaya yöneltti.Bu dönem aynı zamanda onun yazarlıl hayatınında en verimli dönemini oluşturur..Müderrislik yıllarında  fıkıh,kelam ve felsefe dallarında yirmiye yakın eser kaleme aldı.Temmuz 1094-Şubat 1095 arasında yazıldığı sanılan '' Makasidül'l Felsefe ''  ile Şubat 1095 de tamamladığı  tahmin edilen '' Tehafutü 'l Felasife '' bunlar arasındaydı.'' Makasid '' ikinci esere hazırlık amacıyla eski Yunan'ın felsefe mirasını  nesnel biçimde analiz ediyordu. '' Tehafüt '' ise Farabi ve İbni Sina gibi ıslam  felsefecilerine yönelik eleştirilerini bir araya getiriyordu.

Gazalinin felsefe eleştiris,duyuların kişiyi aldatbileceği yönündeki gayet doğru bir saptamayla başlıyor,insanı genelde  çelişik yargılara yönelttiğini belirttiği aklın sorgulanmasıyla gelişiyordu.Akıl,felsefi ve metafizik sorulara yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düştüğüne göre,gerçeğe ulaşması imkansızdı.Salt akla dayalı bilgiler,mutlak gerçeğe varmak için gerekli içerikten yoksundu;matematik çok basit ve açık yöntemlerle kanıtlamaya yöneldiği için,doğanın karmalıklığını ve akıl ile açıklanması  imkansız yönlerini reddetmek zorundaydı.Mantık da tümel bir kanıtlama aracı olduğu için bir düşünceyle hem aynı doğrultuda hemde ona karşı kullanılabilirdi.

Yapıtlarıyla yanlız Islam dünyasında değil batu da büyük yankı uyandıran  Imam Gazali,1145 de Toledo'da '' Logica et Philosophia '' adyla latinceye çevrilen '' Makasidu'l Felasife '' adlı eseri vesilesiyle Avrupa'da uzun süre boyunca bir numaralı,'' Aristo Yorumcusu '' olarak kabul edildi.

Gazali  hayatının olgunluk,döneminde ardqrda birçok eser kaleme alıp yüzlerce  öğrenci yetiştirdikten sonra 18 Aralık  1111 de doğduğı şehirde öldü.

Thursday, October 4, 2018

THOMAS HOBBES 1588-16779




Thomas Hobbes 5 Nisan 1588 tarihinde Britanya'da Willshire' de doğdu.Kaynaklar,bize onun zamanından iki ay önce,yedi aylık olarak dünyaya geldiğini bildirir.Erken doğumun nedeni,Ispanyolların ,Ingiltere'ye saldırmak üzere denize açıldığı haberinin Ingiltereye ulaşmış olmasıdırBu durumun ülkede yarattığı korku ve panik,Hobbes'un hamile annesinin sancılanmasına ve erken doğum yapmasına neden olmuştur.Nitekim Hobbes'un kendisi daha sonra bu olaya ve  söz konusu erken doğuma gönderme yaparak '' korkuyla kendisini ikiz '' olduğunu  söyleyecektir.

Yoksul bir ailenin çocuğu olan filozofun babasının yoksul biri oludğu,onun temel eğitimini  babasının kilisesinden aldığı söylenir.Nisptene,zengin biri olan amcasının ayarladığı özel bir eğitim imkanından yararlanan Hobbes,bir süre Melmesbury Okulunda  öğrenim gördükten sonra ,on dört yaşında Oxforda gönderilir.

Oxford Magdalen Halla'a 1602 yılında giren Hobbes'un daha bu sıralarda bile,Klasik diller ve edebiyat alanında hayli yetişmiş durumda olduğu,oldukça erken sayılabilecek bir tarihte Euripides'in kim eserlerini Yunancadan Latinceye tercüme ettiği anlatılır.O,Oxford da daha ziyade mantık ve felsefe çalışmış  hocaları onu,daha sonra kendisine şiddetle  karşı çıkacağı Aristotelesçi ve yeni Aristotelesçi felsefeyle tanıştırmışlardı.Nitekim,zamanın üniversitelerine  yayınlanmış eserlerinde yöneltmiş olduğu eleştirlerden,Hobbes'un Oxford'a o sıralarda egemen olan Skolastisizmden, yani hristiyan düşüncesi ile Aristoteles felsefesinin Oxford'daki müferdata hakim olmasında rahatsızlık duyduğu sonucu çıkartılabilir.

Hobbes Üniversiteden 1609 yılında henüz on dokuz yaşındayken mezun olduğu zaman,hayatını bir şekilde kazanmaya başlamak zorunda kalmış,bulduğu özel öğretmenlik görevi hayatının bundan sonraki akışını bir şekilde baştan sona değiştirmiştir.O,ünlü Ingiliz bilim adamı William Cavendish'in kendisiyle yaşıt oğluna hocalık etmeye başladıktan sonra,1610 yılında genç Cavendish'le birlikte uzun bir Fransa seyahatine çıkmıştır.Onun beş yıl süren bu seyahat sırasında Fransızca ve Italyancasını ilerlettiği,Avrupadaki entellektüellerin  hem kendileri ve hem de Skolastisizm eleştiriyle tanıştığı söylenir.

Hobbes'un Fransa'dan dönişünden sonra,Cavendish Ailesinin hizmetinde geçirdiği sonraki 15 yıl boyunca esas itibariyle klasik edebiyat ve tarih ile meşgul olduğu kabul edilir.Cavendishlerin evinde olağanüstü zengin bir kütüphane bulan Hobbes,1629 yılında Thukydides'in  Pelopenez savaşları adlı eserini Ingilizceye tercüme etti.Bu eseriyle ilgili '' yurttaşları cumhuriyetin aldatıcı yararları,demokrasiye aşırı değer verilmemesi ve monarşinin faydaları konusundan uyararak iç savaşı engelleme girişimi '' demiştir.

1629 da bu kez torun Cavendish'in eğitimini üstlenen Hobbes,aynı yıl gözetimindeki öğrenciyle birlikte ,iki sene sürecek bir Avrupa seyahatine çıkar.Bu seyahat sırasında,o ilk kez olarak Eukleides'in '' Elemanları 'yla  tanışır ve geometriye aşık olur.Bu onun edebiyatçı kişiliğinden bilimsel ve filozof kişiline doğru gerçekleşecek önemli bir dönüşümün ilk sinyalidir.Bu sıralar ünlü Fransız düşünürler, Mersenne ve Descartes ile tanışan,ülkesine dönünce felsefi araştırmalarını sürdüren Hobbes,yaşadığı süre içinde Ingiltere'de  iktidar kavgalarına,Irlanda ve Iskoçyadaki ayaklanmalara,ama esas parlamento ile saray arasındaki çatışmalara tnaık olmuştu.O yine,Fransa da da ciddi politik ve dini kavgaları,Protestanlarla Katolikler arasındaki çatışmaları gözlemiş ve buradan politika teorisi için malzeme derleyip önemli dersler çıkarmıştır.Üçüncü bir Avrupa gezisinde,genç Cavendish  ile bundan sonra İtalya'ya geçmiş,buradan da bilimsel materyalizmi için gerekli entelektüel fermantasyonu sağlamıştır.Italya da Neptun gezegenini,Aristoteles'İn eserlerini okuyarak değil,,fakat gözlerini ve yeni teknolojisyi kullanarak henüz keşfetmiş olan Galile'nin eseriyle tanışıp,Kepler'in temel eseri '' Astronomia Nova '' ( Yeni Astronomi ) yi okumuş olan Hobbes,Ingiltere'ye döndüğünde de Francis Bacon'la tanışmıştır.

1679 yılında yine Ingiltere'de ölen Hobbes'un,önce çevirilerden başlayıp sonra telif eserlerle devam eden önemli bir yazarlık kariyerine sahip olduğu söylenebilir.Onun önemli eserlerinin başında 1640 yılında yayınlanan '' The Elements of Law '' ( Hukukun Unsurları ) gelmektedir.Yayınlandığı zaman saray yandaşlarının da tepkisini çeken ve dolayısıyla bir kez daha yazılıp 1642 yılında  '' De Cive ''adıyla yeniden yayınlanmış olan ' Hukukun unsurları ' hukuk ve bu arada politikaya dair genel bir eser niteliği taşır.O,sonradan tüm eserlerinde kullanacağı düzeni,yani önce zihin ve dilin işleyeşinden yola çıkıp tartışmayı politik meselelere doğru geliştirme yaklaşıını ilk kez burada hayata geçirir.Eser iki ana bölümden meydana gelmektedir.Birinci bölüm insan doğası,buna mukabil ikinic bölüm politik gövde ( De Corpore Politico ) üzerinedir.

Fransa'da Mersenne'in evinde kaleme almış olduğu  1640 da yayınlanan '' Objections to Descarstes Meditations '' adlı eser ,onun önemli ikinic kitabı olarak kabul edilir.O,metafizik veya doğa felsefesi üzerine bir deneme olup,materyalimz temeli üzerinde özellikle Kartezyen düalizme yönelik sert bir eleştiriden meydan gelmektedir.

Onun asıl eserleri,bu iki kitaptan sonra gelen bir dörtlüden  meydana gelir.Yukarıda sözünü ettiğimiz De cive,onun siyaset felsefesiyle ilgili ilk kitabıdır.Hemen tümüyle politik meseleleri  ele ana eser,esas itibariyle '' Hürriyet '','' Yönetim veya Hakimiyet '' ve '' Din '' gibi üç bölümden meydana gelmektedir.'' De Cive ''aslında '' Felsefenin Öğeleri '' adını taşıyacak  daha geniş kapsamlı  bir eserin bir bölümü olarak tasarlanmıştı.Kitabın diğer iki bölümü yada kısmı da ayrı kitaplar halinde basılmıştır.Bunlardan 1665 yılında yayınlanan '' De Corpore '' ( Cisim üzerine ),oldukça kapsamlı bir eser olarak,onun mantık,dil,yöntem,metafizik,matematik ve fizikle ilgili görüşlerini ihtiva etmektedir.1685 yılında basılan '' De Homine '' ( Insan üzerine ) esas olarak fizyoloji ve optikle ilgili bir eserdir.
,
Bununla birlikte 1651 yılında yayınlanan '' Leviathan '' ( Ejderha ) adlı kitabın Hobbes'un yazarlık veriminin doruk noktasına oluşturduğu herkes tarafından kabul edilir.'Leviathan'la ilgili yorum ve değerlendirmeler,daha Hobbes'un yaşadığı zaanda önemli farklılıklar sergilemiştir.Eser gerçekten de onun yaşadığı dönemde farklılıklar sergilemiştir.Eser gerçekten de onun yaşadığı çağda mümkün yeni bir rejim için  politik tavsiyeler manzumesi diye okunup politik istikrar ve sukunet arayışı içinde olanlar tarafından merkezi ve güçlü bir otoritenin anarşi ve iç savaşa tercih edilmesi gerektiği görüşünün bir ifadesi olarak iyive olumlu karşılanmıştır.Günümüzün pek çok siyaset felsefecisi ve Hobbes yorumcusu da bu şekilde düşünür.Örneğin Michael Oakesbott,esere yazmış olduğu girişte,Hobbes'un ,ülkesinin yaşadığı  zamanda geçirmekte oludğu siyasi çalkantı ve felaketlerden fazlasıyla üzgün olup bu duruma çare arayan bir düşünür olarak hareket ettiğini belirtir.Fakat ' Levathian '  yine Hobbes'un zamanında bazen Monarşının,potansiyel ihtilalci ve gayri teistik meşrulaştırımının bir ifadesi olarak değerlendirilip yakılma kaderina maruz kalmıştır.

' Leviathan ' dört ana bölüm ve 47 alt bölümden ya da kesitten meydana gelmektedir.Hobbes,kendisinin kesinlikle en önemli kitabı Leviathanınn birinci bölümünde insan doğasını ele alıp,din ve doğayla ilgili konularda benimsenmiş olduğu fikirleri ortaya koyar.Burada hayal gücünü,söz,bilim,akıl,iradi hareket ,tutkular,değerler,erdemler v.b konuları uzun uzadıya tartışıp ,doğa durumundaki insanı,doğa yasasını ve toplum sözleşmesini uzun uzadıya ele alır.

İkinic bölümün başlığı '' Devlet hakkında '' dır.Bölümü meydana getiren on beş alt bölümde,Hobbes,devletin kuruluşunu,valık sebeplerinş,hükümranın haklarını v.s ele alır.Üçüncü bölüm ise '' Hristiyan Devlet '' üzerine olup,burada Hobbes evrensel bir kilisenin kurulmasının imkansızlığını göstermeye çalışır.Çünkü her ayrı kilise bulunduğu topraklarda devletin idaresi altında olacaktır.Dördüncü bölüm '' Karanlık Krallık '' ile ilgili olup esas olarak Roma Kilisesinin eleştirisine hasredilmiştir.

MONTESQUIEU 1689 - 1755




Kısaca Montesquieu olarak anılan Charles Louis de Secondat Monstquieu bir asker olan Jacques de Secondat ve Marie Francoise  de Pesnel'in oğlu olarak 16 şubat 1689 tarihinde Bordeaux şehrinde doğdu.1696 yılında annesi öldükten sonra iki kuzeniyle birlikte Oratorian okuluna giderek klasik eğitim aldı.1705 yılında doğduğu şehre döndü ve amcasının hukuk bürosunda avukat olarak çalışmaya başladı.Amcası ileride onu soyluluk unvanını ve mirasını bırakacaktır.1709 yılında Paris'e taşındı.,ancak 1713 yılından babasının ölmesi üzerine tekrar Bordeaux'ya  geri dönüp ailesi ile ilgilenmeye başladı.1715te Mrs Jeanne Lartigue ile evlendi ve ertesi yılda Amcasının ölümü üzerine ,Montesquieu Baronu oldu.1721 de ' Acem mektuplarını ' yayınladı.1728 de  Fransız Akademisine seçildi ve o dönemde  Osmanlı Imparatorluğu topraklaru,Macaristan,Italya,Almanya ve Ingiltereye seyahatler yaptı.1730 da Londra'da Kraliyet Derneğinin üyesi oldu.1748 de en ünlü yapıtı Kanunların Ruhu adlı kitabını yayınladı .Bu kitap ölümüne kadar yirmi iki baskı yaptı.Montesqieu 10 Şubat 1755 de doğduğu şehir de Bordeaux da hayata gözlerini yumdu.

Montesquieu asıl olarak '' Kuvvetler ayrımı '' esasını ortaya atmıştır.Yirmi yıldan fazla bir süre üzerinde çalıştığı '' Kanunların ruhu ''  adlı kitabında yasama,yürütme ve yargıyı birbirlrinden ayırmanın önemini vurgulamıştır.Bir siyaset sosyolojisi geliştiren  Montesquieu esas ününü toplum,hukuku ve yönetim  tarzı konusunda  gerçekleştirdiği karşılaştırmalı araştırmadan almıştır.Siyaset ve hukuk konusunda tümevarımsal ve ampirist bir yaklaşım benimseyen filozof,olguları kaydetmek yerine anlamayı,görüngüleri konu alan karşılastırmalı bir soruşturmayı,tarihsel gelişmenin ilkelerine ilişkin sistematik bir araştırmanın temeli yapmayı itmiştir.Siyaset konusuna ,bir tarih filozofu olarak yaklaşan Montesquieu ,farklı politik toplumlaraki farklı pozitif hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere; örneğin halkın karakterine,ekonomik koşullara ,iklime vs.göreceli olduğunu söylemiştir.O işte bütün bu temel koşullara ' kanunlaru ruhu ' adını vermiştir.Montesquieu bu bağlamda üç tür yönetim tarzını birbirinden ayırmış ve bu devletlere uygun düşen yönetici ilke,iklim ve topraktan söz etmiştir.Buna göre,despotizm büyük devletlere,sıcak iklimlere uygun düşer ve korkuya dayanır.Britanya örneğinde olduğu gibi,ne soğuk ve ne de sıcak olan bir iklimin hüküm sürdüğü,orta büyüklükteki devletlere uygun düşen yönetim biçimi monarşidir..söz konusu yönetim şan ve şerefe dayanır.Buna karşın ,soğuk iklimlere ve küçük devletlee uygun düşen yönetim biçimi,demokrasidir.;demokrasinin yönetici ilkesinin erdem olduğunu öne süren Montesquieu,Tüm insanlar için geçerli olan tek bir doğa yasası ve evrensel bir insan doğası olduğunu kabul eden akılcılığa şiddetle karşı çıkmış ve kuvvetler ayrılığı  prensibini ortaya atmıştır.Montesquieu yasaların ve geleneklern '' sonsuz çeşitliliği'ni dikkate alırken,genellikleri içinde değerlendirmek amacıyla tiplere ayırırken,bunları birbirine bağlayan gerekli ilişkileri araştırırken büyük olasılıkla felsefei idealiteyi ve soyutlamayı bırakarak ayağını oldulr gerçekliğinin  sağlam zeminine basmıştır.

Montesquieu aynı zamanda bir sosyolog olarak  da kabul edilir.Tartışma büyük olasılıkla Montesquieu'nün hangi tip sosyolojiye angake olduğu konusunda yoğunlaşmaktadır.Bir yanda E.Cassirer ya da R.Aron gibi  Montesquieu'yü kapsamlı bir sosyolojinin öncüsü gibi görenler vardıki bu kategori içinde yer alanlar yönetm tipolojisini ( üç yönetim biçiminin - Cumhuriyet,Monarşi,Despotizm- her birini anlamlı bir birlik haline getiren doğal ikiliği ) webervari bir ideal tip anlayışına indirgerler.

Öte yanda Auguste Comte  ve Durkheim'la birlikte Montesquieu'yü nedensel ilişkiler arayışı içinde olan açıklamalı bir sosyolojinin öncüsü gibi görenler vardır;ama bu onu iklim teorisiyle birlikte indirgeyeci ve doğalcı bir determinizme teslim olmakla suçlamaktır.Althusser gibi filozoflar Hegel'den sonra,Montesquieu'nün  de sosyla bütünlüğü ( ikliminden dine kadar,bir toplumda etkin olan tüm faktörler küreselleştirici genel anlayışı sayesinde ) keşfetmesinin ve bunun sağladığı tarih felsefesinin üstünde dururaaö yeni bir tartışma başlatmıştır.Bu dinamik vizyonu ideal tip yorumunun ön plana çıkardığı sosyal statikle karşıtlaştırıyordu.Bu durumda büyük olasılıkla bir karara varmak gerekiyordu : bu tarihsel dinamiği tüm faktörleri  birbirine bağlayan  anlamsal bir bütünlüğünün dinamiği olarak mı anlamak gerekirdi,yoksa bunlardan biri son tahlilde bile belirleyici olabilir miydi Althusser böylelikle yönetimin doğası ilkesini,ekonomisinin siyaseti belirlemesinin bir öncelemesini görüyordu.

GEORGE BERKELEY 1685-1753







George Berkeley dünyada yanlızca ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu,buna karşılk maddenin algılanmadık.a varolmadığını öne süren Irlandalı düşünürdür.16 Mart 1685 te Irlandada Kilkenyde doğdu.Önce Kilkeny kolejinde ardından Dublin'deki Trinity Collefe'de eğitim görmüş bir Protestandı.Trinity'yi bitirince Yunanca öğretmeni olarak okulda kaldı.Bugün yakından  bilinen bütün felsefi çalışmalarını ' Yeni bir Görme kuramı yönünde deneme '' 1709',Beşeri Bilginin Prensipleri Hakkında bir Eser ' 1710 ve 'Hylas ile Philonous arasından üç konuşma ' 1713 ,henüz yirmili yaşlarındayken yayımladı.

Berkeley ,Amerika'da yüksek eğitimi geliştirmek için çok uğraşır;bu amaçla  üç yılını Amerikan kolonilerinde geçirdi.Rhode Island'daji çiftliğini ve kütüphanesini 1701'de kurulan Yale Üniversitesi'ne bıraktı.Bu nedenle Yale'in fakültelerinden birine onun adı verildi.California'daki Berkeley kenti de onun adını taşımaktadır.Berkeley 14 Ocak 1753 te Oxfordda öldü.,,

Bir rahip olan George Berkeley soıradan hiç bir insanın  sorgulayamacağı kadar açık olanı yadsıyor ve açık olmayanı öne sürüyordu.Kendisi Metfizikçiydi.Descartes'i beğenmeyip eleştiriyordu.Etkisi altında kaldığı felsefeci ise Locke idi.Felsefesi birçok çağdışı  tarafından hayali bir saçmalık olarak görüldü.Berkeley bizim doğrudan algıladığımız herşeyin kendi zihnimizdeki düşünceler ( ideler ) olduğunu,doğuştan düşünceler bulunmadığını,tüm idelerimizin algısal deneyin sonucu olduğunu savunmuştur.Özet Felsefesi '' esse est percipi 'dir '' ( var olmak algılanmaktır )

Berkelet duyulur şeylerin algılanma ediminden bağımsız olarak var olmadığını ve var olmayacağını savunur.Berkeley '' masa onu algılayan hiç kimse yokken de odadador '' bildirimine '' odaya giren herhangi bir masayı görme dediğimiz deneyimi edinecek yada edinebilecektir '' bildirimine eşdeğer olduğunu söylemekten oluşan anlamdan daha da öte bir anlam vermeyi istiyordu.Bu daha öte anlamı '' Tanrı Masayı her zaman algılar,üstelik bunu yapan hiçbir insan yokken bile ' olarak açıklar. Buradan,herşeyi bilen,her yerde bulunan,her şeyi kavrayan bir zihin olduğu düşüncesi ortaya çıkar.Bu Berkeley'e göre Tanrıdır.Var olmak algılanmak yada lagılamak olduğuna göre;algılanmak bir özne tarafından algılanmaktır ve dolayısı ile de algılanmak Tanrı tarafından algılanmaktır.Eğer Tanrı'nın zihninde var olan nesneleri algılarsak,şeyleri Tanrı'da görmeye ulaşmış oluruz.

Düşünce hakkında ise Berkeley şöyle der '' Tüm bilgi düşüncelerimize ilişkindir.Tüm düşünceler dışarıdan yada içeriden gelirler.Doğadaki gördüğümüz renkler algılarımıza bir örnektir.Bunlar dışarıdan gelen duyumlardır.Algılanmayan bir şeyde düşünce diye bir şey olamaz.Algılanmak algılayan bir şey üzerine bağımlılığa gönderme yapar.Bu nedenle ' var olmak ya algılamak yada algılanmaktır ''.Berkelery insanlar arasında yaygın bir düşünce olan ' herşeyin var olması' na şüpheyle yaklaşır.Evlerin,Dağların,ırmakların,tüm duyulur nesnelerin zihin tarafından algılanmalarından  ayrı olarak,doğal yada olgulsa birer varoluşları olduğu konusunda insanlar arasında tuhaf bir genel görüş vardır.Bu nesnelerin hissedilir şeylerden ( kendi düşüncelerimiz ve algılarımızdan ) başka bir şey olmadığını ve bunların algılanmaksızın var olması-düşüncesini tutarsız bulur.Berkeley daha da ileri giderek kendi bendenin varlığından da şüphe eder  '' Evler,ırmaklar,dağler,taşlar konusunda ,üstelik kendi bedenenimiz konusundan ne düşüneceğiz ?'' Tüm bunlar düşlem gücünün kuruntu ve yansılmaları  değilmidir ?  der ve yanıtı kendisi verir '' Gördüğümüz,duyduğumuz,işittiğimiz yada herhangi bir yolda tasarlayıp anlayabildiğimiz herşey herzaman olduğu gibi güvenlik içinde kalır ve her zaman olduğu gibi olgusaldır. Bir rerum natura / şeylerin doğası vardır....'' Berkeley sonlu zihinler ve tinlerin çokluğuna inanıyordu.Berkeley kuramında algılayan özneler kadar kişisel dünya vardır.Bunlar arasında neredeyse hiçbir ortak yön bulunmaz..

MARY WOLLSTONECRAFT 1759-1797




Mary Wollstonecraft 27 Nisan 1759 tarihinde,altı çocuklu bir ailenin ikinci kız olarak Londra'da doğdu.Dokumacıyken çiftçiliğe uönelen ama başarılı olamayan babası,şiddet düşkünü bir adamdı ec sonunda da alkole sığınmıştı.Kız çocukları okula gönderilmediği için okuma yazmayı yaşlı bir kahyadan öğrenen Mary,o dönemde kız çocuklarının geçimlerini sağlamaları için tek geçerli yol olan evlenmeye sıcak bakmadığı için evden erken ayrıldı..

O zamanlar kadınlara açık olan meslek ya da uğraşların hepsine el attı:zengin kişilere çeşitli gezi ve etkinliklerinde ücret karşılığı refaket etme,mürebbiyelik,öğretmenlik,okul müdireliği,toplumsal eleştiri ve roman yazarlığı....Çocuk bakıcılığı yaptığı  dönemde yazdığı ' Mary ' adlı uzun hikaye ve ' Kız Çocukların Eğitimi ' adlı kitabı ünlü yayınevi Fleet Street tarafından basıldı.Yayıncı Joseph Johnson fikirlerinden ve özgürlük anlayışından etkilendiği Wollstonecraft'ı yayınevine editör olarak işe aldı.Kendi kendine Fransızca,Almanca ve İtalyanca öğrenen Wollstonecfart genelde çeviri yapmaktaydı.

Wolstonecraft 1790da otuz bir yaşında iken birdenbire üne kavuştu.Fransız Devrimi'ne karşı olan felsefeci ve politicakı Edmund Burke'e karşı '' Insan haklarının Korunması '' başlıklı bir yazı yayımladı ve bu olay sonrasında kendisine Juponlu sırtlan lakabu takıldı.İki yıl sonra 1792 de Fransız devlet adamı Talleyrdan'a ithaf ettiği ' Kadın haklarının savunması ' adlı kitabını yayımladı.Altı haftada yazdığı bu kitabında Insan hakları Bildirgesini temel almakla,görüş ve düşünceleriyle Fransız devriminin görev ve amacına hizmet etmektedir.Fransız devrimi sırasında Mary Wollstonecraft Ingilter'de daha fazla kalamadı ve 1793te Paris'e gitti.Orada yazmak ve evli Isviçreli ressam Johann Heinrich Füssli'ye duyduğu umutsuz aşkı unutmak isterken,Amerikalı kaptan Gülbert Imlay ile tanıştı.

Bir kaç yıl sonra Mary Wollstone crafte,evlilik dışı çocuk sahibi olmuş bir anne olarak Londra'ya  geri döndü.Bir ara tüm cesaretini kaybetti.Ancak yaşamak istemedi.Hayatta başladığı herşeyin başarısızlıkla sonuçlandığını sanıyordu.Intihar girişimi olduğu tahmin edilen bir durumda,Thames Irmağı'nda boğulmaktan son dakikada kurtarıldı.Her şeye baştan başlamak zorundaydı artık............

Bu sırada yayıncısı vasıtasıyla tanıdığı bir adam onunla ilgilendi.William Godwin adlı kendine özgü bu kişi bir keşiş gibi yaşamaktaydı.Yazan,düşünen ve zamanın yaşam sorunlaruyla boğuşan biriydi.Daha önce de böyle düşünen pek çok kadın olsa da bu ve daha pek çok görüşü  kadın haklarının savunulmasında bu kadar açık ve dolaysız bir şekilde ve daha da önemlisi yüksek sesle söyleme cesaretini ilk defa Wollstonecraft göstermişti ve düşünür-yazarın bu yönü Godwin'i çok çekti.

Mary Wollstonecraft 1795 de '' Siyasi adalet ''in yazarı  William Godwin'le evlendi ve 1797 yılında ikinci kızının ( Frankenstein romanının yazarı Mary Wollstonecraft Shelley )  doğumundan on gün sonra öldü.

Wollstonecraft'ın ölümünden sonra,1798 yılında kocası eşinin günlüklerini Anılar adı altından yayımladı ve bu kitao içerdiği çok marjinal yönler nedeniyle yazarın yüzyıl kadara unutulmasına yol çatı.Ancak 20.yüzyılın başından itibaren özgürlükçü  ve feminist hareketlerin giderek artmasıyla,Mary Wollstonecarft'ın da öncü bir kadın olarak değeri anlaşıldı ve yazar bugün artık feminin felsefenin kurucularu arasından çok önemli bir yere sahiptir.

'' Eğer bir toplum bireylerinin yarısını köle konumunda tutuyorsa,bir toplumda yaşayanların yarısı öteki yarısının kölesiyse,o toplum özgür toplum olamaz,o toplum uygarlaşamaz'' diyen Wollstonecarft tüm yazdıklarınd '' Insanlığın ilerlemesi ancak kadınların bu bağımlılık durumundan kurtulamsıyla mümkündür'' fikrini savunmuştur.

Wollstonecraft'ın bazı eserleri :
Kız Çocuklarının Eğitimi Hakkında Düşünceler ( 1787 )
Mary ( 1788 )
Kadın Haklarının Savunulması ( 1792 ) 



Tuesday, October 2, 2018

CEM SULTAN IN HİKAYESI





Istanbul'u alarak yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmet,1481 yılının 3 .Mayıs günü öldüğünde  geride iki şehzade  bırakmıştır.Beyazit ve Cem

Şehzade Beyazit 34,Cem Sultan ise 22 yaşındadır ve geleneğe göre büyük oğlun Osmanlı tahtına  çıkması  gerekmektedir.Oysa Şehzade Beyazıt,dünya ve devlet işlerinden çok din ve ahret sorunlarıyla uğraşan ,bu yüzden de ileride ' Sofu ' ve ' Veli ' lakaplarıyla anılacak biri.Babası Fatih Sultan Mehmet'le  aralarında en küçük benzerlik  yoktu,Yumuşak başlı,derviş yaradılışlı bir şehzade idi.

Cem Sultan babasının tipik bir örneğidir.Yaşının küçüklüğüne rağmen sert,otoriter ve saltanat tutkusuyla yanıp tutuşan bir şehzade idi.Üstelik Fatih vasiyetnamesinde,Cem Sultan dan uzun uzadıya söz edip one verdiği önemi  '' Varis -i -mülk -i Süleymani,nur-ı Hadeka-i Sultani ....''  cümlesiyle belirtmiş,öldükten sonra yerine kimin geçmesi gerektiğini göstermiştir.

Fakat Fatih'in ünlü '' Kanunnamesi'nde birde şu madde vardır:

'' Her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola,karındaşları nizam-ı alem için katletmek münasiptir.Ekser-i ulema dahi tecviz etmiştir.Anınla amil olanlar...'' Yanikim Osmanlı Tahtına otururs,Imparatorluğun çıkarları uğruna erkek kardeşlerini öldürücekti.Fatih Sultan Mehmet,sebepsiz yere bu kanunu yürürlüğe koymamıştır.Yıldırım Beyazıt'ın Timur karşısında yenilmesinden sonra,şehzadelerin taht uğruna nasıl imparatorluğu kana boyadıklarını ve ülkeyi bir kargaşannın içine sürüklediklerini biliyordu.Bu durumun bir kere daha tekrarlanmaması için,Osmanlı tahtı üzerinde söz sahibi olacak şehzadelerin ortadan kaldırılmasını uygun bulmuştu.

Şehzade Beyazıd tahta oturursa,Fatih'in Kanunnamesi gereğince Cem Sultan öldürülücekti.Belki de yumuşak başlı Sofu Beyazıt,babasının koyduğu bu kuralı dikkate almayacak,kardeşi Cem'e yaşam hakkı tanıyacaktı.Bu konuda,Beyazıt lehine bazı belirtiler ve olaylarda vardır.Ama Cem Sultan,daha Osmanlı tahtı boşken,Ağabeyi Beyazıt'in nasıl davranacağını nereden bilerbilirdi ki ? Üstelik bu tutkulu ve üstün  yetenekli Şehzade,tahtı kolay kolay bırakmak niyetinde değildir.Fatih'in bu gözde şehzadesi,Padişahlığı  ağabeyinden çok kendisinen layık görmektedir.

İşte bu ve buna benzer duyguların etkisindeki Cem Sultan,dizginleyemediği tutkuların tutsağı olarak kötü alın yazısını biraz da kendi hazırlamış oldu.

Sadrazam Karamani Mehmet Paşa,Fatih öldüğünde bunu bir süre saklamaya çalıştı.Amasya'daki Beyazıt'la Konya daki Cem Sultan'a birer haberci göndermiş,her iki şehzadeyi Istanbul'a çağırmıştı.Mehmet Paşa,Fatih'in vasiyetnamesinin de etkisiyle Osmanlı tahtında Cem Sultan'ı görmek istiyordu.Sultan Cem'in ağabeyi Beyazıt'tan  önce payitahta gelip tahta oturacağını umuyordu.Ama olaylar Sadrazam Karamani Mehmet Paşa'nın istediği yönde gelişmedi,Devlet yönetiminde söz sahibi oland devşirmeler,Cem Sultan'a giden haberciyi yolda pusuya düşürüp öldürttüler.Bu nedenle Cem Sultan,babasının öldüğünü iş işten geçtikten sonra öğrenebildi.Sadrazam Mehmet Paşa'nın  Fatih'in ölümünü gizlemek için aldığı tüm tedbirler boşa gitmişti.Bu büyük hükümdarın gözlerini  kapamasından 12 saat sonra,devşirmelerin çabalarıyla Fatih Sulatn Mehmet'in ölümü  tüm Istanbul'a duyurulmuştu.Yeniçerileri kışkırtan devşirme Ishak Paşa duruma hakim olarak,Türk kökenli Karamani Mehmet Paşa'yo öldürtmüştü.

Ishak Paşa,Şehzade Beyazıt Amasya'dan gelinceye kadar,onun oğlu Korkut'u saltanat naibi ilan etmişti.Çeşitli uluslardan toplanarak eğitilen ve yönetiminde önemli köşe başlarını ellerinde tutan devşirmeler,Şehzade Beyazıt'in tahta geçmesini istiyorlardı.Bu yumuşak başlı,aşırı dindar Şehzadenin padişahlığında diledikleri gibi davranıp egemenliklerini sürdürebileceklerdi.

Şehzade Beyazit babasının ölümünden on sekiz gün sonra,21 Mayıs ta Istanbul'a gelmiş ve tahta çıkmıştı.Bu arada yeniçerilere  'yanlızca devşirmelerin iktidara getirileceği '' konusunda bir de söz vermişti.Türk kanı taşımayan yeniçerilerin,kendileri gibi Türk Kanı taşımayan devşime devlet adamlarının iş başına getirilmelerini istemeleri acı olduğu ölçüde ilgi çekicidir.

Cem Sultan,ağabeyi Beyazıt'in padişah olduğunu öğrenince  28 Mayıs 1481 de Bursa'ya girdi.Şehrin önünde  Ayas Paşa,iki bin yeniçeriyle Cem Sultan'ın Bursaya girmesini önlemek istemişse de yenilmiş tutsak edilmiştir.Cem Sultan'ın Defterdarı  ve Nedimi Haydar Bey tarafından yazıldığı sanılan '' Vakı'at ı Sultan Cem '' de bu savaş şöyle anlatılır:

'' ... gece yarısı,İnegö'den bin kadar ademile yürütüb güneş doğarken  Bursa'ya vardı.Kaplıca bayırlarında ve bağlarında Istanbul'dan Bursa'yı korumak için gönderilen iki bin yeniçeriyle Ayas Paşa'yı Butanye'den ( Mudanya ) gelürken karşı koyub şehre komadı.Bozuldular.Ayas Paşa'yı ve Sekbanbaşını ve yeniçerileri tutdı.Bu iki bin yeniçeriden beş on kişiden fazla kurtulan olmadı .Lakin Muharevede iki taraftan çok adam ziyan olduki,anın hesabı yok.Sonunda bu tutulan halkın hepsi af idup azad eyled, ve bir nice gün Bursa'da duruldu....''

Ayas Paşa'nın Cem Sultan'ın kuvvetlerine yenilip tutsak düşmesi,Istanbul'da  büyük korku yaratmıştı.Padişah II.Beyazıd kendi yönettiği  yirmi bin kişilik bir ordunun başında  Bursaya yürüdü.Bu sırada Cem Sultan  Bursa'da kendi adına hutbe okutup para bastırmış,yani padişahlığını ilan etmişti.İki ordu 20 haziranda Yenişehir önlerinde karşılaştılar.Cem Sultan'ın ordusunda ancak 3-4 bin kişi vardı.Kuvvetler arasındaki dengesizlik yetmiyormuş gibi,Cem Sultan'ın lalası Astinoğlu Yakup Bey emrindeki kuvvetlerle birlikte,savaşın en kızgın döneminde karşı tarafa geçti.Devşirme Sadrazam Ishak Paşa,daha önce yüz bin  akçayla Anadolu Beylerbeyliğini vereceği sözü vererek Yakup Paşayı kandırmıştı.Cem Sultan için kaçmaktan başka çıkar yol kalmamıştı.Kendisine bağlı küçük bir birlikte,günlerce at koşturarak 25 Haziranda Konyaya vardı.Fakat Beyaztin ordusu arkasından Konya'ya doğru geliyordu.Bu şehirde üç gün kaldıktan sonra halkın göz yaşları arasında ,ailesi ve kendisine bağlı kalanlarla birlikte,Mısır'a gitmek  üzere 28 haziran da yola çıktı.'' Vakı'at-ı Sultan Cem 'in deyişiyle 

''' Konya'nın ve sair Karaman memleketi halkının feryat ve figanın,ağlaşmaların gören kıyamet kopdı sanurdı.Adamlarından bozgundan kurtulanlar bir taraftan acele ile yakınlarını toplamakla meşgul olurlar iken ancak kır kader adem ile yola çıkıldı.Amma günden güne yetişmeye başladılar.Birer ikişer gelüb erişirler idi.Amma Bulgar dağının Üveys bey kavminden bazı edepsizler gicede ve gündüzde çok şirretlik itdiler.Amma bazısına bir şeyler virmekle,bazısını avutarak ' Bu yaz bu yaylaklarda yaylarız.Şam'a gitmeziz '' dimekle gurur virüp ikinci gün Cemaziyeelevvelin on birinci salı günü ( 19 Temmuz ) Tarsus sahrasına varıldı....'''

Bu adamlar padişah tarafından ödüllendirilecekleri umuduyle,yaptıkları marifeti Sultan Beyazıt'e anlatmaktan da çekinmediler.Fakat umduklarının tam tersi oldu.Kendisine takılan Veli lakabına gerçekten uyan bir yaradılışta olan Beyazıt onlara şöyle demişti:

'' Halka gereken saltanat kime nasip olursa ona itaat etmektedir.Devlet Büyüklerine kılıç çekmek büyük suçtur! Siz kim oluyorsunuz da Cem' e saldırıyorsunuz ? Sonra da bu alçaklığımıza karşı ihsan istemeye geliyorsunuz ' '''

Padişaha yaranacaklarını ,onun övgüsünü kazanıp para koparacaklarını sananlar,bu davranışlarını hayatlarıyla ödediler !

26 Eylülde Sultan Cem Kahire'ye varmış,parlak törenlerle karşılanmıştı.Sultan Kaytbay,Cem'i sarayında kabul ederek kucaklarmış :
'' Sen benim oğlumsun,gam çekme '' demişti.
Gördüğü bu yakınlıktan cesaret alan Cem Sultan,Katbay'ı ağabeysi II Beyazıt'a karşı kışkırtıyor,bazı Anadolu beyleriyle birlikte Istanbul'a yürümeye zorluyordu.Bunda başarı kazanamayınca Hacca gitti.Hac dönüşü  yine Mısır daydı..Sözü burada gene Vakı'at ı  Sultan Cem'e bırakalım

'' ...... bu aralıkta defalarca Karamanoğlu Kasım bey'den ve Engürü ( Ankara ) Bey'i Mehmed Bey'den  adem adem üzere gelüp Rum memleketine ( Anadoluya ) saltanat sevdasına tahrik itdüler......Arada çok çekişme olunca Kaytbay icazet virdi: Bir kişi kendü isteğüyle gelüb,hac idüp yine gitmek isterse biz ne tutalım ? ''' diyüp selameledi....

Kaybay'dan büyük ölçüde para yardımı gören Cem Sultan,karısını,çocuklarını ve annesini Mısır'da bırakarak Anadolu'ya yöneldi.Karamanoğlu Kasım Bey'le Ankara Bey'i Mehmet Bey,Cem Sultan'ı Halep'te karşıladılar ve 14 Mayıs 1482 de Adana 'ya vardılar.Cem sultan,oradan daha ileriye gidip Konya Ereğli'sine vardığında ,kardeş kavgasına son vermek isteyen II Beyazdo gönderdiği elçilerle saltanat davasından vazgeçerse yılda bir milyon akçe ödenek vereceğini bildirdi.Ayrıca Cem Sultan'ın Kudüste oturmasını şart koşuyordu.Fakat Cem Imparatorluğun ikiye bölünmesini,Anadolu'nun kendisine verilmesini istiyordu.Beyazid bu teklifi şu sözlerle kabul etmedi.

'' Anadolu öylesine başı örtülü ve namuslu bir gelindirki,iki damadın saltanatına dayanamaz ve ortaklaşa kullanılma kahrını çekemez '''

Cem Sultan bundan sonra,sırasıyla Konya ve Ankaraya saldırdı.Her ikisinde de başarısızlığa uğradığından,Karamanoğlu Kasım Bey'le birlikte Antalyaya doğru kaçmaya başladı.Hiç olmazsa şimdilik saltanat davasından vazgeçmiş,Mısır'a dönebilmek için çareler aramaya başlamıştı.Bu arada,savaş alanlarında birbirlerini yok etmeye çalışan iki kardeş mektuplaşıyor,yazdıkları şiirlerle karşılıklı sitem ediyorlardı.

Cem Sultan'ın çevresindekiler,özellikle Kasım bey onu Rodos'a gitmeye kandırdılar.Buradan rahatça Mısır'a  ya da Rumeliye geçebilirdi.Cem Sultan bu öğütlere uymakla hayatının en büyük hatasını işledi ve ancak öldükten sonra dönebileceği  yurt topraklarından ayrılma kararını verdi.Cem Sultan,Doğan ve Süleyman adlı elçilerini Rodos'a göndererek,Rodos Şövalyelerinin Reisi Pierre d'Aubusson'dan gemi istedi.Haçlı şövalyeleri Cem Sultan'ın bu isteğini sevinçle karşılamışlardı.Müslümanlığın bu en koyu ve amansız düşmanları,Cem Sultan'ı ele geçirmekle,onu Osmanlı Imparatorluğuna karşı bir silah olarak kullanmak düşüncesindeydiler.

Pierre d'Aubusson,12 Temmuz 1482 tarihli bir mektup yollar ve Cem'i davet eder.Cem Sultan Rodos adasında 34 gün kaldı.Şövalyeler,Sultan II Beyazıdın bir saldırısından korktukları için onu Fransaya göndermeyi uygun buldular.1 Eylül de Cam yanındaki adamları ve satın aldığı yirmi Müslüman tutsakla birlikte yola çıkarıldı.Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra 17 Ekim 1482 de Nice şehrinde karaya ayak basmışlardı.Cem Sultan'ın amacı,buradan Macaristan'a geçmek ve toplayacağı orduyla kardeşi  Beyaztın üzerine yürümekti.Fakat onnu dört ay Nice şehrinde oyaladılar.İlk önceleri bu şehirdeki tatlı hayat Cem Sultan'ın da hoşuna gitmişti.

Kaleden Kaleye kuleden kuleye  götürülen Cem Sultan,Fransa'da tam 6 yıl 3 y ve 26 gün tutsak hayatı yaşadı.En yakın adamlarını bile yanından uzaklaştırdılar.Bütün Avrupa Kralları,hatta Mısır Sultanı Kaytbay bile bu sırada Cem Sultan'ı ele geçirmek derdindeydi.Gösterişli törenlerin,parlak ziyaretlerin yaldızı arkasında Cem,değerli bir tutsak II Beyazıt'a karşı kullanılmak istenen bir silahtı.

Papa VIII .Innocentus Kaytbay'ın bir milyon duka altın teklif etmensine rağmen,Cem Sultan'ı Rodos Şövalyelerinin ve Fransa kralının elinden dini otoritesine dayanarak aldı.Rodos ve Fransa'dan sonra talihsiz şehzadenin tutsaklık hayatında üçüncü dönem başlıyordu..1489  yılının 13 martında Cem Sultan Roma'ya vardı.Ertesi gün Papa'nın huzuruna çıkarılacaktı.Şehzadeye dedilerki:
'' Bütün Ülkelerin kralları buraya geldiklerinde bir adet vardır;Papa'nın ayağını öperler,Yanlız Alaman Kralı dizini öper.Şimdi sizler de,yol budur ki,ayağını öpesiniz.Hiç öpmezse dizini öpmeniz uygun olur.....''
Bu sözler Cem Sultan'ı yüreğinden yaralamıştı.Hristiyanlık,onun kişiliğinde,Bizans imparatorluğunu  yok eden babası ,Fatih Sultan Mehmet'ten oğluna Papa'nın ayağını öptürerek intikam alacaktı:
Cem Sultan :
'' Bunlar ki Papanın ayağını öperler,ya gayri beyleriniz birbirleriyle buluştuğunda,niçin küçüğü büyüğünün ayağını öpmez? Ayrıca içlerinde Papa dan bile büyükleri vardır '' dedi.
Karşılık şu oldu :
' Onlar,ayak öpmekle günahlarının bağışlanmasını umarlarmış.Ben,günahlarımın bağışlanmasını Tanrı'dan umarım.Bu hususta Papa'ya ihtiyacım yoktur.Ölümüme razı olurum,dinime ihanet ve zarar olacak iş işlemezem.Ama ben aranıza  yeminle verilmiş söz üzerine gelmiş bir garibim.Bunca zamandır beni zulümle hapsettiniz.Sonunda seni Papa çağırdı diye buraya getirdiniz.Gerisini  nasıl bilirseniz öyle yapın ' diye bağırdı.

Papanın adamları durumu gidip VIII Innocentius'a bildirdiler.Papa:
'' Bırakın ve zorlamayın'' dedi '' Nasıl isterse öyle davransın..... '' 

Ertesi gün Cem Sultan Papa nın huzuruna çıktı.Başıyla belli belirsiz bir selam verdikten sonra gururla yürüyüp Papanın yanına yaklaştı ve elini sıktı.Çıkarmasını istedikleri kavuğuda başındaydı.Başta Papa VIII.Innocentius olmak üzere bütün kardinaller ayağa kalkmışlardı.Papa Cem Sultan'ı kucaklamış,boynunun iki yanından öpmüştü.Şehzade,Papa'yla yanlız görüşmek isteğinde bulundu.Birkaç gün sonra ikisi karşı karşıya ve baş başaydılar.

Cem Sultan7 yıllık acı ve üzüntüyle dolu tutsaklık hayatını anlatırken ağlamaya başlamıştır.Çoluk,çocuğundan karısından ve annesinden ayrı düşmüştü.Onlara kavuşmak,için Papa'dan Mısır'a gitmesine izin vermesini istedi.Cem Sultan başına gelenleri anlatırken,VIII.Innocentius da ağlıyordu.Fakat Mısır'a gitme işine gelince yine bildiğinden şaşmadı.

' Mısır'a gitmeniz iancak saltanat umudunun yok olmasından sonra düşünülebilir.Size tahtınızı sağlamak için herşey, yapacağız.Güvenin ve müsterih olun '' 

Oysa Cem Sultan,saltanat davasından çoktan vazgeçmişti.Tek düşüncesi Mısır'a gidip yıllardır görmediği  ailesine kavuşmaktı.Papa'nın amacı da onu Macaristan üzerinden bir Haçlı ordusunun başında Osmanlı Imparatorluğuna saldırtmaktı.Fransa'ya geldiğinde,Cem Sultan'ın düşüncesi de bu yoldaydı.Ama aradan geçen yıllar Cem Sultan'ı değiştirmişti.O,Hristiyanların  elinde ağebeysine  ve Osmanlı imparatorluğuna karşı bir maşa olmak istemiyordu.

Birgün Papa Cem'i yanına çağırıp ağzını aradı:
'' Senin ağabeyine karşı zafer kazanman için en iyi cephe Macaristan'dır.Eskiden  çok istemişsin oraya gitmeye,ne dersin ?  Göndereyim mi seni oraya ? ''
Cem Sultan :
'' Macaristan'a gidince onlarla birlikte İslam ordusu üzerine  yürümek gerekir.Böylece olunca da ,ülkemin alimleri haklı olarak benim küfrüme hükmeder.Ben dinimi dünya saltanatına vermem ! Sultan Osman'ın  yurdu ve kanı nerede kaldı ? diye karşılık verdi.
Papa bu sözlere öfkelenmiş ve Latince olarak 
'' Öyleyse git,bir köşede köpeklerle yat ! '' diye bağırmıştı.Cem Sultanın bu dili bilmediğini sanıyordu.Şehzade  düzgün bir Latinceyle Papaya şu karşılığı verdi:
'' Size sığınan zaten köpekten beter olmayıp  da ne olabilir ?? '' 

İyi yürekli Cem Sultan Roma'da gezintiye çıktığı zamanlar yoksullara sadaka dağıtırdı.Onun bu davranışı yanlış yorumlanmış kendisinden Hristiyanlığa karşı bir eğitim belirdiği sanılmıştı.Papa yine bir gün Cem'i çağırtıp ona :

'' Mısırdan oğlunu getirt,Ona Kardinallik verelim.Bizim dinimize girsin '' dedi.
Yüreğine işleten bu sözler karşısında Cem Sultan 
'' Ne günlere kaldık ? Bizi kendi dininize çağırmaktan bile çekinmezsiniz ! '' diyebildi ve öfke içinde ayağa kalktı.Papa,Cem Sultan'ın üzüldüğünü görünce avutucu sözlerle gönlünü almaya çalıştı.

Papa VIII Innocentius 1492 ağustosunda öldü ve yerine ahlaksızlıklarıyla ve cinayetleriyle tarihe geçecek olan VI.Alexandre Borgia seçilmişti.Yeni Papa,Sultan II.Beyazıt'a bir mektup yazarak Cem Sultanın tutsaklığı karşılığında her yıl verilen 40.000 duka altını istedi.Borgia'nın Beyazıta bir başka teklifi daha vardı.eğer II Beyazıt  bir kereye mahsus olmak üzere 300 bin düka altını verrise,Cem Sultanı öldürecekti.Bazı kaynaklar,Osmanlı Hanedanından bir şehzadenin  düşman ellerinde utanç verici bir hayat yaşamaktansa  ölmesini yeğ tuttuğunu ve Papa'nın teklifini kabul ettiğini yazarlar.

Bu sırada Fransa tahtında büyük hayaller ardında koşan VIII Charles oturmaktaıdr.Doğu Roma Imparatorluğunun  yani Bizansı yeniden canlandırmak,,Kudus'ü Müslümanların elinden kurtarmak gibi düşleri vardır.Fransa Kralı,bu konuda Cem Sultan'dan da yararlanmayı düşünüyordu.Cem Sultan Osmanlı İmparatorluğunda bir iç savaşa yol açacak VIII Charles da güçsüz düşen Beyazıd'in üzerine  Haçlı ordularıyle yürüyüp amacına erişecekti.

1494 yılı ekim ayında Fransa Kralı ordularının başında italya'ya girdi ve Cem Sultan'ı zorla Papa'nın  elinde aldu.Cem o sırada San Angelo şatosunda kalıyordu.Fransa Kralı Charles ve Papa Borgia birlikte şatoya gittiler.Papa büyük bir saygıyla sordu:
'' Sizi Fransa kralı alıp gitmek ister.Ne buyurursunuz Prensim ? ''
Yıkılmış,umutları kırılmış Cem'in karşılığı :
'' Ben Prens filan değilim,bir tutsağım isteyen bırakır iteyen alır,bence hepsi bir .... '' oldu

Fransa Kralı yanına Cem Sultan'ı da alarak Güneye Napoliye doğru ilerlemeye başladı.Fakat gün geçtikçe gücü kuvveti azalıyordu.At üzerinde duramaz hale gelmişti.Yüzü gözü ve boynu şişmişti.Tahtırevana benzer bir şey yapılmış.Cem Sultan onun üzerine yatırılmıştı.Kralın doktorları ellerinden geleni yapıyorlar  ama,sonuc vermiyordu.VIII Charles yol boyunca sık sık Cem'İn yanına geliyor,sağlık durumunu  soruyordu.Şehzadenin  yürekler acısı durumu Kralı da etkilemişti.Birgün Cem'e :
'' Prensim,hatırın hoş tut,gayret eyle,şimdiden sonra sen özgürsün,Kendini hapis ya da tutsak kabul etme '' dedi .Cem Sultan bu sözlere çok sevinmiş ve :
'' Tanrıya şükürler olsun.Özgürlük ve kurtuluş sesi kulağımıza erişti '' demiştir.Ancak bu sevinci uzun sürmedi.Kurtuluş müjdesini aldığı günün  akşamı ağırlaştı ve 25 Şubat 1495 te Napoli de öldü.Ölünceye kadar aklı başındaydı.Sık Sık Allaha yakarıyor.
'' Ya Rab! Eğer bu kafirler beni,bahane edip ehli islam üstüne  huruc etmek ,kasdın iderler  o günlere eriştirme,canımı la '' diyordu.

Cem Sultanın eceliyle ölmediği kesindir.Tarihçiler,genellikle bu talihsiz Şehzadenin zehirlendiğinde birleşmekte,fakat bu işi yapanın kimliği konusunda anlaşamamaktadırlar.En yaygın söylendti,II Beyazıd'le Papa Borgia arasında varılan anlaşma sonucu,etkisi yavaş yavaş ortaya çıkan bir zehirler öldürüldüğü yolundadır.Zehir konusunda büyük bilgisi ve ustalığı olan Borgia'nın Cem Sultanı zehirledikten sonra Fransa Kralına teslim ettiği ileri sürülmektedir.Osmanlı Kaynakları ise Cem Sultan'ın  Mustafa adında bir dönme tarafından zehirli usturayla traş edindiğini,ölümün bu yüzden olduğunu yazmaktadır.
Cem Sultan yabancı ülkelerde tam 12 yıl 4 ay 29 gün tutsak  hayatı yaşamış,bu süre içinde ağabeyi II.Beyazıt,Rodos Şövalyelerine ,Papalığa 600 bin duka altını ödemiştir.Cem'in talihsizliği ölümünden sonra da peşini bırakmamış,cenazesi ancak dört yıl sonra yurduna getirtilmiştir.II.Beyazıd,Cem'in tutsaklığı boyunca yanından ayrılmayan adamlarına iyi davrandığı gibi,onu da Bursa'da ağabeysi şehzade  Mustafa'nın türbesine gömdürdü.
Tarihçi Sanuto,Cem Sultanı Roma'da görmüş ve şunları yazmıştır :
'' Şehzade'nin davranışlarında büyük bir savaş adamının nitelikleri  görülmektedir.Böyle bir prensin,Osmanlının başına geçmemiş olması,Hristiyanlar için büyük bir şansttı '' 

Cem'in talihsizliği çocuklarının da yakasını bırakmamıştır.II.Beyazıd,1482 yılnda Cem Sultan'ın Osmanlı topraklarında bulunan oğlu Oguz Han'ı öldürtmüştü.Cem'in ölümünden sonra,Bayezıt'in çağırmasına rağmen öteki oğlu Murat,ülkeye dönmeyerek ,Mısırdan Rodos'a geçti.Babası Cem'in hatasını tekrarlayarak Rodos şövalyelerine sığındı.1522 yılından,Kanuni Sultan Süleyman Rodos'u ele geçirmiş,şövalyelerin adadan ayrılmalarına izin vermişti.St Jean Şövalyeleri arasında zırhlar giymiş birinin saklanmaya çalıştığı fark edilir.Bu Cem Sultanın oğlu Şehzade Murat'dan başkası değildi.Kanuni can düşmanı,Şövalyelerini bağışladığı halde,Şehzade Murat'la oğlunu Fatih Kanunnamesi gereğince oracıkta öldürttü.............