Wednesday, June 27, 2018

OSMANLI AYDINI EBUBEKIR RATIB EFENDI


XVIII yy da Osmanlılarla Avrupalılar arasından gerçekci karşılaştırmalar yapabilen bir diğer Osmanlı elçisi de,III Selim ( 1789-1807 ) döneminde 1791 yılında Viyana'ya gönderilmiş olan Ebubekir Ratip Efendi'idir.Tarihimizde Nizamı Cedid adlı ile Yeniçeri ordusu dışında yeni bir ordu ve geniş bir yeniden düzenleme hareketine girişmiş olan III Selim,ilk defa olarak,başlıca Avrupa başkentlerinde daimi elçiliklerde kurmuştu.Bu zamanda kadar Osmanlılar,Avrupa'ya sadece belli görevleri yerine getirmek üzere elçiler gönderirlerdi.III Selim ,ilk defa,görevli olarak gittikleri başkentlerde üçer yıl oturmak üzere,daimi elçiler göndermiştir.İşte 1791 yılında Avusturya'nın başkenti Viyana'ya gönderilmiş olan Ebubekir  Ratip efendi bu görevi sonunda yazmış bulunduğu Risale'de Avusturya'nın tarım,ekonomi,adalet ve sağlık kurumları hakkında bilgi vermiştir.Ebuberki Ratip Efendi'nin  bu Risalesinde Avusturyanın tarıma verdiği önemle ilgili olarak şu bilgileri buluyoruz '' Avusturyalılar,tarıma çok önem verirler.Hiç bir köyde işsiz kimse  bırakmazlar,Toprağı olmayan köylülere toprak,tohum ve takımı ile birlikte at verirler.Çünkü toprağı at ile sürerle.Bazen de tarlası olmayan köylüleri çiftçi olarak kabul ederek onları,başkasının tarla,bağ yada bostanında çalışırtırlar.Böylece Avusturya'da ekilmemiş yer yok gibidir '' Buna karşılık Ebubekir Ratip efendi Avusturyaya kadar geçtiği Osmanlı ülkelerinde ekilmemiş bir çok toprak gördüğünü
,yanı sıra,pekçok işsiz güçsüz kimse bulunduğunu,bu acıklı durumun kendisini ağlattığını yazmaktadır.

Ebubekir Ratip Efendinin ilgi çekici bir gözlemide :Avrupada halk ve hükümetler arasındaki ilişkiler hakkındadır.Yazdığına göre:Avrupa devletlerinde kralların yapmış  bulunduğu kanun ve kurallara,bir kimse,gereği gibi uyar,vergilerini zamanında öderse,ona kral dahil,kimse baskıda bulunmaz.Böyle bir kimse istediğini söyleyebilir,istediğini giyer,istediğini yer,içer.Malına ve mülküne kimse saldıramaz,müdahalede bulunmaz.Ebubekir Ratip Efendinin sözünü etttiği bu hürriyet ve kurallaron hemen hemen hiçbiris ,o sıralarda Osmanlı Imparatorluğunda kalmamıştı.Osmanlı döneminin son '' vak'anüvisi '' Abdurrrahman Şeref Bey'in Tarih Musahaberleri adlı eserinde söylediği gibi ; o sıralarda Osmanlılarda hayat,iktidar sahiplerinin dudakları arasında idi.Bir emirle insan,hatta bir sadrazam bil öldürebilirdi.

Ebubekir Ratip Efendi'nin üzerinde durulması gereken bir özelliği de,onun,Avrupada o sırada din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış olduğunun farkına varmasıdır.Gerçekten Ebubekir Ratip Efendinin önemle belirttiği üzere,bu sıralarda Avrupalılar,devlet işleri için değişmez din kurallarına bağlı kalmıyorlar,devlet hayatı için gerekli kanun ve kuralları kendileri yapıyorlardı.Bu kanun ve Kuralların yapılmasında,değiştirilip geliştirilmesinde ise devlet adamları kadar,belki onlardan da fazla bilginler,filozoflae ve düşünce adamları çalışıyorlae,bu konuda yöneticlere yardımcı oluyorlardı

OSMANLI AYDINI AHMET RESMI EFENDI ( 1700 - 1783 )




Bize Ahmed Resmi Efendi'nin '' Hülasatu'l-itibar '' adlı eserinde belirtien düşünceler ışk tutmaktadır.Ahmed Resmi Efendinin bu önemli eserinden anladığımıza göre,Osmanlı insanının büyük çoğunluğu,değişen düntanın pek farkında değildir.Çünkü onlar arasında hala diğer dinler mensuplarının yok edilmesi gerektiğine,burunlarını yere sürterel,onların hadlerinin böylece bildirilmesinin,Müslümanlara vacip olduğuna inanlar bulunmaktadır.Ahmed Resmi Efendi'nin açıkça ifade ettiği üzere,bu kimselere göre,'' Islam padişahının bahtı açık,devlet  adamları pişkin,kılıcıda keskindir.Aristo akıllı bir vezir ve beş vakit namaz kılan 12.000 askerle Kızılelmaya  girmeye ne mani vardır ? '' Kızılelma ile burada kastedilen Roma'dır.Ahmed  Resmi Efendi'ye  göre,böyle düşünen kimseler,bu sözleriyle,cahillikleri değişen dünyanın,kapılarını çalan acı gerçeklerin farkında olmadıklarını göstermekte idiler.Bu cahil ve dünyadan habersiz kimseler,Kızılelma'yı,belkide uzak ve alınması güç bir ülke değil,Istanbul'a Buğdan'dan yani bugünkü Romanyadan gelen ve halkımızın ' alyanak ' adını verdiği elmalar gibi yenir bir şey olduğunu  zannetmekte idi.


Bilindiği üzere Ahmed Resmi Efendi,III Mustafa'nın culusunu bildirmek üzere,daha önce 1757 yılında Viyana'y gönderilmişti.O,bu vesile ile yazmış olduğu Sefaretnamesinde Viyanaya gidişini,görevini yerine getirişini ve orada dört ay kaldıktan sonra Istanbul'a dönüşünü anlatmakta,daha sonra da Nemçe yani Avusturyanın yönetim biçimi ile ilgili bilgiler vermektedir.Bu vesile ile Ahmed Resmi Efendi,Kraliçe Maria Theresa'nın ' bazı mahallerde has misillu '' yerleri bulunduğunu,buralardan elde edilen ürünleri ,kıtlık zamanlarından yüksek fiyatla satabilmek için kendi ambarlarında beklettiğini ve vakti gelince pahalı bir şekilde sattığını belirtmekte ve Kraliçe için ' ticaret meslekine salıktı '' demektedir.Ahmet Resmi Efendi ayrıca fiyatların düşmemesi için Macaristandan viyanaya zahire getirilmesinin yasaklandığını belirtir.Ahmed Resmi EfendininnViyana Kalesi varoşlarında yaşayan ve kesret üzre yani oldukça fazla olduklarını ifade ettiği halkın tutumları ile ilgili olarak yazdıklarıda gerçekten ilginçtir.Onların alım satımları '' devletlerine dair ticaret hilelerine menut olmağın,herşey pahalıdır'' Ahmet Resmi Efendi'nin yazdığına göre,Viyana halkının ileri gelenleri ile zenginleri ise,kuşluk vaktine kadar uyurlar.Öğle üzeri yemepe oturup ikindiye yakın kalkarlar.Bundan sonra üçer beşer arabalara binerek mesire yerlerine giderler.Oralarda'' akşama dek dolanub'' gurub vakti kale içindeki '' Opera ve Komedye tabir olunan Hayalhaney hazır olurlar '' Oradan saat üçte çıkıp birbirlerine misafirliğe giderler,sohbetler ederler.Sonra gece yemeğine oturup ' sabahaek birbirlerinin hanesinde ve sokaklarda gezerler.Niza ve kavgaya dair işeri yoktur '''

HUMBARACI AHMED PAŞA ( 1675-1747 )

Lale devrinden itibaren,yurdumuzda Batı Kültür ve yaşayış tarzları ile ilgili etkiler,Istanbul'da bulunan elçilikler kanalı ile de olmuştur.Bu dönemde Istanbul'a gelmiş olan elçiler,genellikle,beraberinde bilginler,edebiyatçılar ve diğer bazı sanatçılarıda getirmekte idiler.Elçiliklerde düzenlenen toplantılar,türlü konularda tartışmalara ve düşünce alışverişlerine vesile oluyorlardı.Hatta,Batılı bazı ressamlara resimlerini yaptıran Osmanlı Devlet Adamları da görülüyordu.1730 Patroma isyanı ile Lale Devri kapanmış,ancak Osmanlı kurumlarının batılı örneklere göre düzeltilmesi,ya da yeniden düzenlenmesi hareketi durmamış,daha da genişleyerek devam etmiştir.Lale Devri'ni takip eden I Mahmud ( 1730-1754 ),III Mustafa ( 1757-1774 ) ve I Abdülhamid ( 1774-1789 ) dönemlerinde daha çok askerlik alanında bir takım yenilikler yapılmıştır.I Mahmud döneminde  Humbaracı Ahmed Paşa adı ile yenileşme tarihimizde önemli bir yer alan bir Fransız generali,Comte de Bonnevale,Humbaracı ocağını kurmuş,eğitimi kendisine bırakılmış olan humbaracı erleine,Batılı kafasıyla yeni talim usulleri ve savaş oyunları öğretmiştir.Bu sırada Türk askerinin üstün niteliklerini tanımış olan humbaracı Ahmed Paşa,eğittiği birliğini Fransız ve Almanların gıpta edebilecekleri bir düzeye çıkarmış,bundan sonra da haklı olarak '' mahir bir general,bu askerlerle dünyayı bir baştan bir başa katedebilir '' demişti.Onun ısrarla belirttiği nokta ise,Avrupa ordularını  yenebilmek için,Türk ordusunun Avrupa ordularının geliştirmiş bulundukları yeni talim usullerini ve kullanmakta oldukları yeni silahları benimsemesi idi.Humbaracı Ahmed Paşa'nın ölümünden sonra,bu yöndekş çalışmalar III Mustafa zamanında Macar asıllı Barond de Tott'un gayretleriyle devam etmiştir

Tuesday, June 26, 2018

OSMANLI AYDINI IBRAHIM MÜTEFFERİKA

Hatırlanacağı üzere Ibrahim Mütefferika,aslen Erdel doğumlu bir Macar dı.Genç ayşta Müslüman olaak Osmanlı hizmetine girmişti.Ibrahim Mütefferika,Müslüman olmadan önce ,sanıldığı gibi Calvinist değildi,o sıralarda ortaya çıkan Uniterien dir.Tevhidcilik yani birlikçilik demek olan Uniterianizm'in başlıca özelliği ' Teslis'i Allahın baba,oğul ve kutsal ruh şeklindeki üçlenmesini kabul etmemek,diğer bir değişle Allah'ın birlilğine inanmaktır.İşte Ibrahim Mütefferika böyle bir mezhebe mensubu olduğu için kendi arzusuyla Müslüman olmuştur.Türk yönetiminde zeka ve çalışkanlığı ile kısa zamanda kendisini tanıtan Ibrahim Mütefferika ,aynı zamanda memleketimizden ilk kez matbaa ve basımevinin kurulmasını sağlamak suretiyle kültür tarihimizde önemli bir yeri vardır.Said Mehmed Efendi ile Ibrahim Mütefferikanın basımevinin kuurlmasu için gerekli izin Temmuz 1727 yılında büyük zorlukla alınmıştır.Viyana'dan gerekli malzemeleri ve aletleri getirterek hazırlıklara giriştikleri bir sırada,geçimini,kitapları ' istinsah ' ederek,yani yazarak sağlayan hattatlar ile yeniliğe karşı olanların tepki ve dedikoduları ile karşılaşmışlar,bu nedenle de Şeyhülislamdan fetva almayı uygun görmüşlerdir.Ibrahim Müteferrika, bir dostuna yazdığı mektubunda,özellikle '' ilmiye sınıfı '' mensuplarının bu yeni basım makinasının Müslümanlarca kullanılmaması için Sadrazama tekrar tekrar başvurduklarını,kitapların çoğalmasının genel asayiş ve din için tehlikerli olacağını bildirdiklerini yazmaktadır.Ancak Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi,basım işinin kolaylığı,fazla zahmet çekmeden çok sayıda kitao basılabilmesi ve böylece kitap fiyatlarının daha ucuz olacağından herkesin kitap edinmesinin kolaylaşacağı gibi düşünceleren bahisler,dini eserlerin basılmaması şartıyla olumlu fetva vermiştir.Bundan sonra kitap basımı işi başlamıştır.İbrahim Mütefferikanın evinde kurulmuş olan bu ilk basımevinde  1729 da basılmş ilk eser :Arapçadan Türkçeye iki ciltlik bir sözlüktür.' Van Kulu Lugat ' adını taşıyan bu esereden sonra basılan kitap,Katip Çelebi'nin Osmanlı denizciliğie ait ünlü eseri ' Tuhfetu'l -Kibar fi Eşfar'i l-bihard ' dır.Basımevinde Patrona halil isyanına kadar altı eser dha basılmış,yeniliklere karşı olanların yürüttükleri bu isyan,Padişah III Ahmet'in tahttan indirilmesin ve Damat Ibrahim paşa 'nın  katline neden olmuştur.Ancak cahil ve zorba Patrona ile yandaşlarının devri kısa sürmüş devlet kurumlarının yenileşmesi devam etmiştir.1732 yılında dokuzucncu eserinde basıldığı basımevinde Ibrahim Mütefferka yönetimindeki çalışmalar 1736 yılına kadar sürmüştiür.Bundan sonra 1742 yılından Farsçadan Türkçeye bir sözlük basılmışsada bu yıllarda Mütefferika başka bir göreve atandığı için basımevi ile ilişkisinin kesilmiş olduğu anlaşılmaktadır.Ancak Ibrahim Mütefferikanın bahis etmemiz gereken bir hizmeti dah olmuşturki,bu da ,onun ,basılan kitaplarda kullanılmak üzere Yalova'dan bir kağıt fabrikasının kurulması ve özelliklede burada çalışmak üzere Polonya'dan üç usta getirtilmesi için çalışmalarda bulunmasıdır.Mütefferika 1745 yılında vefat etmiş,1746 da da kurulmuş olan Yalova kağıt fabrikasında Avrupa'da makbul sayılan kağıtların kalitesinde kağıt üretilmiştir.

İşte bu çalışmaları ile ulusumuzun çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılması tarihinde önemli bir yeri olan Mütefferika yazmış olduğu bazı eserleri ile düşünce tarihimizde de önemli bir yer almıştır.Düşünce hayatımız bakımında  önemli olan ' Usulu'l Hiem fi Nizami'l Ümem ' adlo eserinde İbrahim Mütefferika devlet düzeninin zorunluluğu üzerinde durmakta ve çeşitli devlet şekilleri hakkında bilgi vermektedir..Ibrahim Mütefferikanın bahis ettiği devlet şekilleri sunladur.Monarşi,Aristokrasi ve demokrasi.Ibrahim Mütefferikaya göre ,modern devletler,yeni ve akla dayanan bir takım yöntemlerle yönetilmektedirler.Bu yeni yönetimlerin,din yada gelenek ile fazla bir ilgisi yoktur.Ayrıca devlet yönetiminde bilimin ,özellikle coğrafya biliminin büyük önemi vardır.Ibrahim mütefferika bu konu ile ilgli Amerikanın keşfinden söz etmekte ,Avrupa devletlerinin bu keşiflerle elde ettiği olanak ve kazançlarla,Islam dünyasını kuşatmakta olduğunu söylemektedir.Bu kuşatmaya karşı koyabilmek için ele aldığı konularda bilgi sahibi olmak gerekir.İbrahim Mütefferika eserinde ,aynı zamanda Osmanlıların geri kalış nedenleri üzerinde de durmuştur.Ona göre geri kalışımızın nedenleri aşağıdadır

Kanunların uygulanmaması,adaletsizlik,devlet işlerinin ehil ellere verilmemesi,bilginlerin düşüncelerine tahammülsüzlük ,askeri alanında teknik bilgiler den yoksunluk,ordudan disiplinsizlik ,rüşvet almak,devlet parasını kötüye kullanmak ve nihayet dış dünyadan habersizlik

Ibrahim mütefferikanın üzerinde durulmasu gerekli olan bir diğer eseri,Risale i Islamye adını taşır.Islam dininin savunulması için yazıldığı ileri sürülmekle beraber,aslında eser,Kitab ı Mukkadsin değiştirilmiş olduğu tezini savunmaktadır.Mütefferika bu eserinde eski bir incil nüshasında ,Katoliklerin geçersizdir diyerek Incilden çıkartmış oldukları ve okunmasına izin vermedikleri bazı cümleler olduğunu,böylece gerçekleri anlamış olduğunu ileri sürmektedir.Söylediğin göre,Katolikler okunmasını yasakladıkları cümleler arasınd ' Parakletios '  diye bir sözcük bulunduğunu,bu Yunanca sözcüğün Türkçeye ' Tecellici,Teselli edidi ' diye çevirebileceğini,bununda müslümanların peygamberi  Hz Muhammedin isimlerinde birisi olan Ahemed sözcüğünün karşılığı olduğunu ileri sürmektedir.Ibrahim Mütefferika bu eserinde Papalığa,Hristiyanlığın Teslis inancınada çatmakta hücum etmektedir.Onun bu Teslis düşmanlığı Servetus adlı bir Uniterian papazının ' Teslis ve hataları ' adlı eserine dayanmaktadır.Gerçekten Uniterian papazı Servetus eserinin bir yerinde '' Meselenin en kötü yanı,teslis inancı,Müslümanlar için sonsuz bir alay konusu olmaktadır .Yahudilerde bizim bu inancımıza katılmamakta ve bu konuda bizimle alay etmektedirler''

Ibrahim Mütefferika Osmanlı Düşünce dünyasının en önemli  şahsiyetlerinden biri idi.Allah rahmet eylesin

OSMANLI AYDINI HEZARFEN HÜSEYIN EFENDİ

XVII yüzyılda Osmanlılar ,her alanda gerilediği bir sırada,bu dönemin yüzünü ağartan iki büyük bilgin ve düşünce adamı yetiştirmiştir.Bunlarda yüzyılın ilkyarısında yetişmiş olan Katip Çelebi ile,bu yüzyılın ikinic yarısında yetişmiş Hezarfen Hüseyin Efendidir.

Bu dönemin,çeşitli değişik konularda bilgi sahibi,yani Ansiklopedist bir bilgin,ünlü bir tarihçisi ve düşünce adamı olan Hezarfeb Hüseyin efendi,Istanköylüdür.Babasının adı Caferdir.' Hezarfen ' lakabı ile anılması da,onun değişik ve çok konuda bilgi sahibi olmasından ileri gelmektedir.Bilindiği üzere Hezar Farsça bin demektir.İlkin kendi memleketinde,sonra da Istanbulda öğrenim görmüştür.Istanbul'da öğrenimini tamamladıktan sonra devlet hizmetinde görev almış,kendisini Köprülü Fazıl Ahmed Paşa himaye etmiştir.Ancak bir süre sonra Hezarfen Hüseyin Efendi,devlet memurluğundan ayrılmış,büyük bir kitaplık kurmuş,bundan sonraki,ömrünü araştırmalar yaparak ve özel dersler vererek geçirmiştir.Öyle anlaşılıyorki Hezarfen Hüseyin Efendi,bu yüzyılda batılılarla ilişki kuran ve onlarla düşünce alışverişi bulunan ilk Osmanlı bilginidir.Bu sıralarda Fransa Kralı XIV Louis 'nin bilimsel araştırmalarda bulunmak üzere Istanbul'a gönderdiği ve Istanbul'da bulunduğu günlerde bu dönemin tanınmış bilgini Hezarfen Hüseyin Efendi ile yakın ilişkiler kurduğu anlaşılan Antoine Galland'ın ( 1646 - 1715 ) günlük notlar halinde tuttuğu anılardan öğrendiğimize göre;Hezarfen Hüseyin Efendi 1672-1673 yıllarında Istanbul'da Fransa elçisi olan Marquis de Nointel' e Tenkih i Tevarih i Muluk adlı eserini hediye ederek,kendisi ile tanışmıştır.Bu tanışmadan sonra Hezarfen Hüseyin Efendi ,bir vesile oldukça Fransız elçiliğine davet edilmiş,bu davetler sırasında o,birçok Avrupalı ile tanışmak,onlarla türlü konular üzerinde konuşmak ve tartışmak olanağını bulmuştur.Bu tanışıp görüşmeler sonucunda bazı Avrupalı bilginlerde  Hezarfen Hüseyin Efendiden ve kitaplığından faydalanma olanağını bulmuşlardır.Bu arada Örneğin Italyan Comte Marsigli ( 1658-1730 ) Hezarfen Hüseyin Efendinin Osmanlu teşkilat tarihine ait olan eserinden geniş ölçüde yararlanmıştr.Böylece XVII yüzyılda Katip Çelebi den sonra ve daha geniş çapta batılılarla kültürel ilişkileri olduğu anlaşılanibu arada Yunanca ve Ibranicede bildiği ileri sürülen Hezarfen Hüseyin efendinin adı ,Batılıların bazı seyahatnamelerinde çok iyi öğrenim görmüş bir kişi olarak geçmektedir.Tarih,tasavvuf ve tıp konularında bırakmış olduğu eserler,onun yaşadığı dönemin önemli bir alimi olduğunu ortaya koymaktadır.Onun Yunan ve Latin kaynaklarını kullananan ilk Osmanlı tarihçisi olduğu anlaşılmıştır.Hezarfen 1691 de vefat eder.

Hezarfen Hüseyin Efendi'nin biri doğrudan doğruya tarih'e ,diğeri de Osmanlı teşkilat tarihine ait olmak üzere iki eseri dikkati çekmektedir.Tarihe ait eseri  ' Tenkih i Tevarih i  Mülük ' kendisne tarih dersi verdiği devrin hükümdaru IV.Mehmed'e sunulmuş.özet halinde bir genel tarihtir.Hezarfen,bu eserini yazmaya 1670 yılı Mayıs ayı ortalarında başlamış.12 kasım 1673 te tamamlamıştır.Bu eser bazı özellikleriyle daha önceki tarihi eserlerden ayrılmaktadır.

Gerçekten bu eserde olaylar,geleneğe uyularak yıl yıl anlatılmamış,aksine ele alınan konuların sistematik diyebileceğiiz bir tasnifi yapılmıştır.Ayrıca bu eserde,Eski Yunan ve Roma devirleri hakkında bilgi verilirken ilk defa olarak Yunanca ve Latince kaynaklar kullanılmıştır.Hezarfen Hüseyin Efendi eserin girişinde yararlandığı kaynakları kendiside bildirmektedir.Adını verdiği Cennabi,Mir Hond ve Gelibolulu Mustafa Ali gib, doğulu tarihçilerin eserlerinden yararlanmış,ancak Istanbul'un kuruluşundan Türkler tarafından alınışıa kadar olan devirler hakkında doğrudan doğruya Yunanca ve Latince kaynaklardan bilgi almıştır.Bu Yunanca ve Latince kaynakları kendisine saray baştercümanı Panayot sağlamış,bu kaynakların Türkçeye çevrilmesi sırasında kendisine '' Harem i has'tan sipahilikten çıkıp '' daha sonra sarayın ikinci tercümanı olan Ali bey de yardımlarda bulunmuştur.Ali bey,aynı zamanda değerli bir müzisyendi.Bugün onun tarafından notaya alınmış dörtyüze yakın halk ve klasik Türk müziği eserine sahip bulunmaktayız.

Hezarfen Hüseyin Efendinin bu önemli eseri,giriş takip eden ' dokuz bab' ile bir hatime yani sonuş ,bir de '' Hatimetu'l hatime '' yani '' sonucun sonucu  bölümlerini içine almaktadır.Birer büyük bölüm halindeki her ' bab' da bir takım fasıllara yani daha küçük konulara ayrılmıştır.Bu tertip içerisinde sırasıyla eski çağ Iran Tarihi,Sassaniler,Batlamyuslar,Hz Muhammed,ilk Halifeler,Emeviler,Abbasiler,Fatimiler ve Çelebi Mehmet dönemine kadar Osmanlılar hakkında bilgiler verilmiştir.Hezarfen Hüseyin Efendinin bundan sonra üzerinde durduğu konular oldukça ilginçtir.Bu konular sırasıyla şunlardır: Roma devletinin kuruluşu,bazı ünlü Yunan filozofları,Istanbul şeheri,Bizans Imparatorları,Çenberli ve Dikili taşlar,Cenevizlilerin Galata'yı ele geçirmesi,Çin,Maçin,Hata ve Hotan,Çin ve Hind denizindeki bazı adalar,buralarda yaşayan insanlar,bunların hükümdarları,dinleri,kanunları.örf ,adet ve ahlakları ve nihayet Amerikanın keşfi.İşte bütün bu değişik konular üzerinde Hezarfen Hüseyin Efendi,bugün büyük bir ilgi ile izlenen ilginç bilgiler vermektedir.Bu konuda bir örnek olarak Hezarfen'in bugün Istanbul da Divan Yolunda bulunan Çemberlitaş'ın dikilişi ile ilgili olarak verdiği bilgiler üzerinde durabiliriz.Hezarfen Hüseyin efendinin söylediğine göre ,bugün Çemberlitaş dediğimiz Dikilitaşı Imparator Konstantin dikmiştir.Bu sutün aslında bir alamettir.Hristiyanlığı ilk defa kabul etmiş ıkan Roma İmparatoru Konstantinin annesi Helena,Kudus'i ziyaret etmiş,orada Kamame kilisesini yaptırmış,sonra da Hz Isa'nın çarmıha gerildiği haç ile eline ayaklarına çaktıkları çivileri yahudilerden alarak oglu konstantine hediye etmiştir.Konstantin bu hediyeleri bir süre hazinesinde saklamış ancak kendisinden sonra gelenlerin aynı şekilde saklamayacaklarını düşünerek bunları bugünkü Çemberlitaş'ın altında yaptırdığı taş bir hücrenin içine koydurmuş,üzerine alamet olmak üzere de bugün Çemberlitaş dediğimiz Dikilitaşı diktirmiştir.Sözü edilen Haç'ı tamamı değilse bile bir parçasının Imparator Konstantin'i annesi tarafından Istanbul'a getirildiği ve büyük bir bir olasılıkla Çemberlitaş'ın altında özel olarak yaptırılmış hücrede saklanmış bulunduğu genel olarak doğru kabul edilmektedir.

Hezarfen Hüseyin Efendi,üzerinde durduğumuz bu eserinin '' sonucunun sonunucunda '' toplum ve devlet hayatı ile ilgili görüşlerini belirtmektedir.Onun bu konudaki sözleri,kendisinin tipik bir İbn Haldun'cu olduğunu ortaya koymaktadır.Gerçekten Hezarfen'in yazdığına göre,Insanların tabii ömrü,yüz yirmi yık kadardır.Toplumların ömrünün de,genellikle,bu kadar olduğu söylenebilir.Her insanın bir gelişme,bir olgunlaşma ve bir de ihtiyarlama devresi olduğu gibi,her devlet ve toplumunda aynı şekilde geçirmesi gerekenüç devresi vardır.Her insan çocuk iken ,nasıl anne ve babasının eğitimine muhtaç ise,yeni kurulmuş bir devlet de ,başta hükümdar olmak üzere,devlet adamlarının ilgisine,iyi ve adaletli idaresine muhtaçtır.Böyle olunca da bu devlet,devamlı bir gelişme içinde bulnur.Insanların olgunluk çağında olduğu gibi,toplumlarda olgunluk devrelerinde ,gelişmiş olarak istikrarlı bir hayat sürerler.Ancak bundan sonra insan,nasıl olgunluk devresinden geçerek birtakım yaşılık halleri gösterirse,aynı haller toplumların hayatında görülür.Böylece ömrünün ortalarından sonlarına yaklaşmış olan bir toplum,hayatının çöküntü devresine girmiş demektir.Çöküntü devresine girmiş olan bir toplumda,devleti yönetenler yetersiz bir niteliktedirler.Saç sakal ağarması,nasıl insanların yaşlılığın bir işaret ise,devlet adamlarının zevk ve ziynet düşkünlüğü de o toplumda herkes ,şan ve ümvan peşinde koşmaya başlar.Lüks içinde yaşama,zevk ve safa peşinde koşma,örf ve adet haline gelir.Herkes,rahat ve kolay yolu seçmeye çalışır,yurt ve millet için kimse kendini sıkıntıya sokmak istemez.Böyle bir toplum çökmeye yüz tutmuş demektir.Gerekli tedbirleri zamanında almayan özellikle de adaletten ayrılmış olan toplumlar,mutlaka yıkılırlar.Ihtıyarlık devresine girmiş olan bir insanın iyi bir hekimin bakımına muhtaç olması gibi,bir toplumunda yaşaması,bu hekimler '' makamında ' olan devlet adamlarının bilgi ve basiretine,namus ve adaletine, bunların,zamamnında alacakları tedbilerien isabetine bağlıdır.Bir devletin varlığı ve bu varlığını devam ettirmesi,iyi siyaset bilmeye bağlıdır.Hezarfen Hüseyin efendinin belirttiğine göre siyaset,iki türlü temele dayanır.Bu temeller ya akla dayanır,bu yolla siyaset bilimi denilen bir bilim olmuştur; ya da şer'i yani dini olur.Kitap ve Sünnete dayanır.Islam devletleri dini siyaseti düstur edinmişlerdir.Buna karşılık,Hezarfen'in '' Muluk i Kuffar '' dediği batılı hükümdarlar,akla dayanan siyasete itibar etmiş,onu benimsenmiş,geliştirmişlerdir.Hezarfen'e göre '' dünya küfr ile yıkılmaz,zulüm ile yıkılrı '' şeklindeki Türk atalar sözü,işte bu düşünce  yüzünden ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Hezarfen Hüseyin Efendi,bu eserin sonunda başta ğadişah olamak üzere devletin ileri gelenlerine ' narh ' konusu ile ilgili bir de tenbihde bulunmaktadır.Ona göre alınıp satılan her türlü nesnenin günlük fiyatının tesbiti önemli bir konudur.Bunu,önemsiz,küçük bir mesele sayıp hükümdarlar ve vezirler ilgilenmezler.'' her nesneyi değer bahasıyla  sattırmazlarsa,''şehir kadıları ve daha küçük ilgililer,bu konuda bir şey yapamazlar.Böyle olunca ds '' her kişi istediği gibi alır satır ''.Helal malına tamahkarlık yaparak zehir katar.Bu yolla,bir takım kötü insanlar,mal mülk sahibi olurlar.Sefer zamanı ,atlı ve piyade,elinde olanı satıp,boğazına koymaya çalışır.Böyle oluncada asler soyulmuş olur.Bu nedenlerle,bu konular üzerinde önemle durmak bütün yöneticilerin başta gelen görevi olmalıdır.

Hezarfen Hüseyin Efendi'nin bu eserinin bir özelliği de,eseri bir genel tarih olmasna rağmen,bu kitapta,eski Yunan filozoflarına bir fasıl ayırması ve burada onların düşüncelerinden bazı nakillerde bulunmasıdır.Gerçekten ilginç olan bu husus,batılılarında dikkatini çekmiş ve Hezarfen'in eserinin bu bölümü,1815 yılında Almanacaya çevrilmiştir.

Hezarfen Hüseyin Efendinin üzeridne duracağımız diğer eseri,Osmanlı teşkilat tarihi ile bazı Osmanlı kurumalru ve bunların kanun ve nizamları hakkında bilgi vermektedir.'' Telhisu'l Beyan fi Kavanin-ı Ali-i Osman '' adını taşıtyan bu eserinin girişinde belirttiğine göre Hezarfen,biraz önce üzerinde durduğumuz genel tarihini,1673 yılında tamamladıktan sonra,devrin '' derya-dil ' kişilerinden biri olan Reisu'l-Küttab Izzeti Efendi'ye sunmuştur.Hezarfen'in bu eserinde eski devletlerin ve öteki ulusların ,kanun ve nizamlarını,özellikle de ünlü Cengiz han'ın kanunlarını okuyup bilgi sahibi olduğu için son derece memnun olan Izzeti Efendi,sözü Osmanlı kanunlarına getirerek Hezarefen'e Osmanlı kanunları hakkında orta sınıf halkın anlayabileceği bir kitap yazmasını salık vermiştir..Çünkü Reisu'l Küttab Izzeti Efendiye göre,Osmanlı kanunları bir taraftan şeriate,diğer taraftan da ' hikemi ' ve ' akli ' kurallarla ' ferasey ve tecrübeye ''  dayandığından,sözü edilen eski devletlerin ve o zamanki öteki devlet ve ulusların kanunlarından  daha üstündürler.Sonuç olaraj ,bu kanunları uygulayan Osmanlı Devleti de,o zamanki diğer devletlerden üstün bir durumdadır.işte,hakkında şimdi bilgi vereceğimiz  Hezarfen Hüseyin Efendi'nin bu önemli eseri,bu konuşmadan sonra kaleme alınmıştır.Onüç '' Bab '' yani bölüm halinde yazılmış olan bu eserde,sırasıyla kısaca Osmanlı tarihi,Istanbul'un kuruluşu,Bizans eserleri,Istanbul'da Osmanlıların  yaptırmış oldukları yeni binalar,kutsal emanetler,Osmanlu Saray Memurlarının görevleri ile ilgili kanunlar,saray adetleri,Hazine i Amire'nin gelirleri,eyaletler hazineleri,Sultan ve vezir i azam hasları,devletin mukannen olmayan gelir ve giderleri,güneş ve ay yılı arasındaki farklar,kara ve deniz orduları,timar  ve zeamet  ve has sahipleri ile ilgili kanunlar,Kapıkulu,Yeniçeri,Sipahi ,Topçu ve Cebecilerin kanunları,Tersane ve Tersane subayları,Kırım hanlığının kanunlaru,bilim adamları ile ilgili kanunlar ve nihayet madenler ve tuzlarla ilgili kanun ve nizamlar üzerinde durulmuştur.Hezarfen,bu eserini yazarken XVI yüzyılın  ünlü devlet adamı Lütfü Paşa'nın ' Asafname '' sinden,Katip Çelebinin bundan önce hakkında bilgi verdiğimiz '' Düsturu'l-Amel-i Islahi'l-Halel'' adlı eserinden ve Ayni Ali efendinin Osmanlı Kanunları ile ilgili tanınmış eseri ' Kavanin - ı Al i Osman der hülasa -i mezamin -i defter'i divan '' ından yararlanmıştur.Bu arada,Hezarfen,bu eserinde yeri geldijçe,Osmanlı devletinde o sıralarda görülen çöküntü ve bozukluklardan da bahsetmiştir.Bu husustaki sözleri bir araya getirildiği zaman Katip Çelebi'nin '' Düsturu'l Amel'i gibi bir eser ortaya çıkar.İşte bu eser,bu özellikleriyle kısa zamanda ün kazanmış,Fransızca ve Italyanca gibi Batı dillerine çevrilmiştir.Bu eserden alacağımız bir kaç örnek ,eserin niteliğini açık bir şekilde ortaya koyacaktır.

Hezarfen bu eserin bir faslında ' Vezirlik ' kurumu üzerinde durmaktadır.Ona göre vezir olacak kişi,akıl ve  bilgi yönünden  üstün nitelikte bulunmalı '' ahval i aleme vukufu ' olmalıdır.Vezirlik makamına gelmeden önce,devletin bütün işlerinde kademe kademe çalışmış olmalıdır.Vezir olan kişi ,bağımız hareket edebilme gücünde olmalı,doğruları hükümdara söylemekten çekinmemelidir.Vezir,aynı zamanda,dürüst olmalı,kimseye garez bağlamamalıdır.Kendi özel bir işinden dolayı,herhangi bir kimseye garez bağlamamalıdır.Kendi özel bir işinden dolayı,herhangi bir kimseye garez bağlayan ve hatta daha ileri giderek iftira eden bir vezir,hükümdarı vebal altında bırakmış olur.Hükümdar da küçük bir kabahatini bahane ederek verizir küçük düşürmemeli ,ancak önemli bir kusur işlediği zaman ,onu azletmeli,ya da onun sadece bir eyalet valiliğine atayarak cezalandırmalıdır.Bu hususları belirten Hazerfen,Padişahın,vezirleri öldürme cihetine gitmemesini istemektedir.Çünkü Hezarefn'in açıkça bildirdiğine göre,onun yaşadığı dönemde işe yarar adam gerçekten az bulunmaktadır.İyi ve işe yarar adam,Hezarfen'in deyimi ile '' Kibrit i ahmer '' yani altın gibidir.Durum böyle olunca,bir kusuru yüzünden azledilen kişi,gün gelir,başka bir yerde yararlı olabilir.Geçmiş yüzyıllarda vezirler,o a kadar fazla öldürülmezlerdi.Azş edilirler,gerekirse gene hizmete çağırılırlardı..

Öte yandan vezirliğin birinci derecesi,Osmanlı nizamında '' Saltanat rütnesinden '' sonra gelen Veziri azamlıktır.Vezir i  azam,Sultanın vekilirdir.Devletin bütün işleri,Veziri azam'a bırakılmıştır.O bu konuda  tam bir bağımsızlık içindedir.Padişaha sunduğu arz ve tekliflerin dönmemesi kanun olmuştur.İşte bu derecede yetkileri bulunan Vezir  i azam da bütün vaktini memleket işleri için harcamalı,memleket yararına olan sözleri,padişaha söylemekten çekinmemelidir.Vezir i azam ın önemli bir görevi de,Padişahı ' mal meylinden ' uzak tutup,onu vebalıktan korumaktır.Zira halkın mal ve kazancının,padişah malı olarak toplanması ,o devletin yıkılmaya ve yok olmaya yüz tuttuğunun açık bir işaretidir.

Ayrıca Osmanlı gerilemesinin bir nedeni olatk,XVII yy da devletten maaş alan ücretli asker sayısından büyük artmalar olduğu noktası üzerinde  durmuştuk.Hezarfen Hüseyin Efendi,bu eserinde bu görüşü  doğrulayan ilginç rakkamlar vermektedir.Onun söylediğine göre,Kanuni Sultan Süleyman 1566 yılından son seferi olan Sigetvar seferi için hareket geçtiğinden  bölük halkı,Yeniçeri,Cebeci,Topçu,Kapıcı,hepsi 40.136 kişi idiler.Bunların bir yıllık ücretleri de 1264 yük akçe idi.Bu sayı III Murad döneminde 1590 tarihinde 64.425 kişiye,yıllık ücretleride 1782 yük akçeye çıktı.1605 yılında ücretli asker sayısı 80.870,bir yıllık ücreti ise 2512 yük akçeye çıktı.1605 yılında ücretli asker sayısı 91.202 ye,yıllık ücret miktarı  da 3180 yük akçeye çıktı.1640 yılında ücretli asker sayısı 100.000 e çıkmışken,Mehmed Paşa,Bayram Paşa ve Kara Mustafa Paşaalrın gayretiyle 59.259'a ,yıllık ücret de 2631 yük akçeye indirilmişken çok geçmeden bu miktarlar aynı seviyesine gelir.Hezarfen Hüseyin Efendi  böylece ' ücretli asker sayısının azaltılmasının mümkün olmadığı anlaşıldı ' demekte,hiç değilse ,ücretlerin düşük tutulmasını önermekte;ancak bu zamanda herkesin masraflı bir hayat sürme arzusu içinde ve peşinde bulunduğuna işaretle,'' kanuna uygun nice faydalı hususlarda vardır ki,kaleme gelmez '' sözleriyle işin gerisini okuyucunun takdirine bırakır

Hezarfen Hüseyin Efendi'nin hakkında bilgi verdiğimiz bu iki eserinden başka,tıp,tasavvuf,ahlak ve siyaset konularuda yazılmış,ancak bugün için henüz tam anlamıyla  incelenmemiş başka eserleride vardır.Bunlar arasında bulunan  'Lisanu'l Ettiba ' adlı eseri,hekim ve eczacılar için hazırlanmış bir tıp sözlüğüdür.Bu eserin girişinde Yunanca,Arapça,Farsça yazılmış tıp kitapları hakkında bilgi verilmiş,daha sonra Arapça,Farsça ve Yunanca adlarıyla hastalıklar ve bunlar için kullanılıcak ilaçlar Türkçe karşılıkları sıralanmış;ayrıca tedavi ile ilgili açıklamalarda bulunulmuştur.Hezarfen'in bu nitelite olan diğer eseri Fihristu'l ervam da ise ilaç yapılan bitkiler hakkında bilgi verilmiştir.

Hezarfen'in tasavvuf ,Ahlak ve siyaset konusu ile ilgili olan Camiu'l -Hiyakar ile Enisu'l Arifin adlı eserinde ise Islam dünyasonda Kelile ile Dimne,Türk edebiyatında ise Hümayunpname adı ile tanınmış ünlü eserden naklen,ahlaki ve siyasi öğütlerde bulunmuştur

Bu değerli alimden,yaptıkları ve ürettikleri için Allah razı olsun ve rahmet eylesin,mekanı cennet olsun





Monday, June 25, 2018

OSMANLI AYDINI KATIP ÇELEBI

XVII yy başlarından itibaren tarihimizde her alanda görülen gerilemelerin nedenleri üzerinde durmuş;bu arada Kadızadeliler adı verileb vaizlerle,bunlarun karşısında bulunan mutasavvıfların temsil ettikleri birbirine karşın iki düşünce akımından söz etmiştim.XVII yy ortalarında bu iki ayrı düşünce akımından söz etmiştim.XVII yüzyıl ortasında bu iki ayrı düşünce akımı temsilcilerinden,özellikle Kadızadelilerin işi çığrından çıkardıkları bir sırada,her türlü aşırılığın uzağında,aklın,bilimin ve sağduyunun temsilcisi gerçek bir bilginle karşılaşırız.İleri sürdüüğ düşünceler,bugünde geçerliliğini korumakta olan bu bilgin ve düşünce adamı Katip Çelebidir.Asıl ası Mustafa olan ve 1609-1659 yılları arasında yaşamış olan Katip Çelebi,aynı zamanda Hacı Kalfa adı ile ünlü idi.Katip Çelebi,çağının taasubu,bağnazlığı içinde sıyrılıp çıkmış,iki gruba ayrılmış bazı çağdaşlarının halkımızı birbirine düşürecek bir kavga haline getirdikleri konular üzerinde,her iki tarafında hata ve eksikliklerini belirterek doğru yola göstermeye çalışmıştır.Katip Çelebi,devletin bozuk idaresi üzerine düşündüklerini de,kimseden çekinmeksizin açık bir dille belirtilmiştir.Katip Çelebi,bu işleri yaparken tam bir iç rahatlığı içindedir.Çünkü,o,bir aydın olarak ,bunları yapmayı bir yurt görevi saymaktadır.Ayrıca bir aydın olarak böyle bir görevi yerine getirmek zorunda olduğuna inanmaktadır.Ders vermeyi,öğrenci yetiştirmey, en büyük ibadet sayan Katip Çelebi,başkalarına verdiği feyizden ücret isteyen kişiyide ' eksikli ' saymaktadır.Katip Çelebinin dili de,bilgin kişiliğine yakışır bir şekilde sade,kolay anlaşılır ve yapmacıksızdır.

Katip Çelebi'nin eserleri genel olarak tarih,coğrafya  ve düşünce hayatımızla ilgilidir.Bu konular dışında Katip Çelebi'nin Arapça yazılmış Keşfu'z Zunun adlı bir eseri daha vardırki Islam dünyasında kendi dönemine kadar her konuda yazılmış eserler,bu eserlerin yazarları hakkında kısa bilgiler veren büyük bir bibliyografya sözlüğü durumunda olan bu eser,bugün de,Doğu da ve Batı da kitaplıklarda daima başvurulan önemli bir başvuru kitabıdır.Tarih'e ait Fezleke 'si ,Osmanlı denizcilik tarihine dair olan Tuhfetu'l Kibar fi Esfair'l Bihar adlı eseri bugüne başvurulan bir kaynak kitaptır.Katip Çelebi'yi 1645 yılından itibaren coğrafya ve kozmografya ile meşgul görüyoruz.Bu sırada bir Fransız rahibi iekn Müslüman olan ve Mehmed İhlasi adını alan zatım,Atlas Minör çevirisinden yararlanarak,Doğu coğrafyacılığına ait bilgileri Batı coğrafyacılığıma  ait ynei bilgilerle tamamlamış ve nihayet Cihannüma adlı ünlü eserini yazmıştır.Bununla beraber,belirtmemiz gerekirki,bu eser ,evrenle ilgili olarak bu sıralarda Batıda görülen yeni düşüncelere uygun bir evren görüşü getirmemiştir.Katip Çelebi,bu sırada bazı Avrupalı rahipler arasında da devam etmekte olan Kopernik aleyhtarı görüşü benimsenmiş görünmektedir.Katip Çelebi,bu sırada evren  sistemi ile ilgili olarak tartışması yapılan üç görüşü sıralamış,bunlardan Batlamyus'un görüşünün  savunmasını yapmıştır.Tartışması yapılan bu üç görüşten birincisi,Aristo'nun ileri sürdüğü ve Batlamyus'da tam şeklini alan görüştür.Bu görüşe göre yeryüzü sabittir.Güneş ve gezegenler  onun çevresinde dönerler.Bu konuda ileri sürülen ikinci görüş ise,Kopernik'e aittir.Bu görüşe göre,güneş sabittir.Dünya ve gezegenler onun çevresinde dönerler.Bu iki görüşü de eleştiren ve Batlamyus görüşünün  delilsiz olduğunu,gözleme dayandığını,Kopernik görüşünün ise tam dorğu sayılamayacağını söyleyen Tycho Brache önce yer yuvarlığını,daha sonra da güneşi evrenin merkezi saymıştır.İşte Katip Çelebi,bu görüşlerden birincisini savunmuştur.Ancak verdiği bilgilerden,özellikle Kopernik sistemi hakkında bilgi sahibi olduğu görülen Katip Çelebi'nin o sıralarda henüz tartışması yapılan,tam anlamıyla benimsenmemiş ve eğitim programlarına girmemiş olan bu görüşü şüphe ile karşıladığı anlaşılmaktadır.Ayrıca,onun Kopernik sistemnine,yani güneşi evren içinde sabit ve yeryüzü ile diğer gezegenlerionun çevresinde döner kabul eden görüşe karşı çıkmasında kendisine çeviriişinde yardım eden ve bu yeni düşüncelere karşı olduğu anlaşılan yeni Müslüman eski rahibin de rolü olsa gerektir.

Katip Çelebi'nin düşünce hayatımız yönünde ise,üzerinde önemle durulması gereken iki eseri vardır.Katip Çelebi,Osmanlı devletinin bozulan maliyesinin düzeltilmesine çareler bulmak üzere kurulan kurulda bulunmuş,bu konudaki düşüncelerini dile getiren ' Dustur'l-Amel fi Islahi'l Halel adını verdiği bir rapor yazmıştır.Katip Çelebi,bu raporunun okunmayıp hasıraltı  edileceğini önceden bilmekle birlikte,bir aydın kişinin gerçek görevinin memleket hayrına  düşündüklerimi çekinmeden söylemek olduğuna inanmakta idi.Onun açıkca belirttiğine göre ,eğer şimdi o,bu bilgi be düşüncelerini açıklamasa ,Yarın Tanrı,ondan bu bilgi ve düşüncelerini niçin ortaya koymadığını soracaktır.Katip Çelebi bu rapor eserinda daha Kanuni zamanında başlayan mali ve siyasi bozulmaları düzeltmek için bir takım tedbirler önermiş,ayrıca bir siyaset düşünürü olarak kendine göre bir siyaset ve toplum teorisi ortaya koymuştur.Bu bkaımdan Katip Çelebinin bu eserinin tarihimizde yazılmış olan siyasetnameler ve ıslahat layihaları arasında önemli bir yeri vardur.Bildiğiniz gibi eski Yunan düşünüür Aristo'nun devlet teorisi ,Islam filozoflarını,Eflatun'un görüşleriyle karışmış olarak etkilemiştir.Aristo Doğu ımparatorluklarına devleti aşağı dereceden şekilleri olarak baktığı için,onları inceleme konusu dışında bırakmış,özellikle üç devlet şekli üzeridne durmuştur.Bunlar sırasıyla,tek kişinin egemen olduğu Monarşi;soylular idaresi demek olan Aristokrasi ve bütün site yani şehir halkının yönetime katıldığı Politeia'dır ( anayasal hükümet ).Bu üç türlü yönetimin her biri iyide olabilir kötüde .Monarşi bozulursa,zulmü temsil eden Tiranlı;Aristokrasi bozulursa Oligarşi;Politea bozulursa Demokrasi olur.Aristo'ya göre bu yönetimlerin en iyisi,akıllı ve adil bir hükümdar tarafından yöneltilen Monarşi'dir.İşte Islam filozoflarının etkisinde kaldığı düşünceler,ana çizgileriyle bunlardır.Bu düşünceler ise akılcı bir toplum anlayışını ortaya koymaktadır.Farabi ve Ibn Sina gibi ünlü filozofların da temsilcileri arasında bulunduğu bu akılcı görüşe karşı daha sonra XIV.yüzyılda İbni Haldun tarafından toplumları tabii şartlarına göre inceleyen tabiatçi bir toplum görüşü ileri sürülmüştür.Toplumları canlı uzviyetlere benzeten Ibn Haldun'a göre ,toplumlarda ,canlılar gibi ,doğaa,büyür,gelişir,olgunlaşır,daha sonra da duraklama,gerileme şeklinde ortaya çıkan ihtiyarlık dönemine girer ve nihayet yıkılırlar,yani ölürler,İtalyan düşünürü Vico'dan üç yüz yıl kadar önce  ileri sürülen bu görüş,eski Yunan ve Ortaçağ filozoflarının düşüncelerinden  farklıdırı ve büyük bir yenilik getirmektedir.Ortaçağ Islam filozoflarının da bir eleştirisi durumunda olan bu görüş,Osmanlı döneminde büyük bir itibar görmüştür.Katip Çelebi de,Osmanlı döneminin önde gelen İbn i Haldun'cularındandır.Onun üzerinde durduğumuz Dusturu'l-Amel fi ıslahi'l Halel adlı eserinde Ibn Haldun'un bu biyolojisi,uzviyetçi toplum felsefesine dayanan bir tarih felsefesi yapılmıştır.Katip Çelebiye göre de ,Toplumlar doğma,büyüme,gelişme,olgunlaşme ,durma ev gerileme evrelerinden geçerler ve sonunda yıkılırlar.Bu dönemlerin uzunluk,ya da kısalığı bilgi ve basiretin derecesine ve alınacak  önlemlerin isabetine bağlıdır.Toplumları ölümden kurtarmak kabil değilse de,vaktinde alınıcak isabetli tedbirlerle ömürlerini uzatmak mümkündür.Bu noktada Katip Çelebi,Ibn Haldun'dan ayrılmaktadır.Çünkü İbn Haldun'a göre,bir toplum,belli bir devreyi tamamlayacağı zaman ona dışardan yapılıcak müdaheleler fayda vermez ve belli olan sonucu değiştirmez.

Katip Çelebi'nin toplum ve düşünce hayatı ile ilgili olarak üzerinde duracağımız diğer önemli eseri Mizanu'l -Hak fi İhtiyari'l Ahakk yani '' En doğruyu seçmek için Hakk terazisi'' adını taşımaktadır.Katip Çelebi,1656 yılında yazdığı bu en son eserinde,o sırada tartışılan toplum ve din hayatıyla ilgili meseleler üzerinde çok olumlu düşünceler ileri sürmüş,tartışmaları kavgaya dönüştüren tarafları sert bir şekikde eleştirmiş,doğru yolu göstererek çıkmaza düşenleri kurtarmaya çalışmıştır.Müsbet ilimlerin gerekliliğine dair bir girişle başlayan bu eserde birbiriyle ilgili olan  ve olmayan  yirmi bir değişik konu üzerinde durulmuştur.Dünya yaratıldığından beri,insanların bölük bölük olduğunu,her bölüğün ayrı bir mezhebi,bir başka tutumu bulunduğunu ,bunun da ötekilerin düşüncesine,mezhebine ve tutumuna uymadığını söyleyen Katip Çelebi,düşünce ayrılıklarının tabii karşılanması gerektiğini ısrarla belirtir.Halkı taassup derdine,düşürmenin ve onları böyle boş şeylerle uğraştırmanın doğru olmadığını hatırlatır.Tütün konusunda olduğu gibi,örf  ve adet haline gelmiş olan işlerde ,en doğru yol,halkı kendi haline bırakmaktır,zora başvurmamaktır.Doğruları onlara nasihat yolu ile telkin etmeye çalışmaktır.Hatırdan hiç çıkarmamamızı gereken önemli husus şudur:Kafalardan kafalara giden yol,hoşgörü ve inandırma yoludur.Katip Çelebi  bu konuyu tekrar tekrar belirtmiştir.Öte yandan Katip Çelebi,bu eserinde müsbet bilgi yokluğu yüzünden birçok toplumsal meselelerin halledilmediğini,yapılan birçok işlerin temelsiz olduğunu,matematik bilen bir müftü,ya da kadı ile bu bilgilerden yoksun bir müftü ya da kadının hükümleri arasındaki farkları somut örnekler vererek açıklamaktadır.Bu genel değerlendirmeden sonra ele alınan ilk konunun '' Hızır Aleyhisselamın hayatı üzerine '' başlığı altında ,hayat,canlılar ve ölüm hakkında bilgi verdiği görülür.Bundan sonraki konu,teganni yani müzik üzerinedir.Katip Çelebi'ye göre teganni,musiki fenni kaidesine göre,nağmelerle seslerin tekrarına denir.Seslerin ruhlarda ve bedenler üzerindeki etkisi inkar olunamaz.Eğer ses,ölçüsüz ve çirkin ise,nefret yönünde etki yapar.Eğer ölçülü  ve tabiata uygun olursa ,etkisi rağbet ve benimseme yönünde olur.Ölçülü sesler ise kuşların ve insanların hançerelerinden çıkar,ya da bir aleti çalmak veya üflemek suretiyle meydana gelir.Başka uluskar ve başka din mensupları müziği kullanmışlar,ondan yararlanmışlardır.Buna karşılık Müslümanlar,insan hançerisinden çıkan sesleri,birtakım şart ve kayıtlarla uygun görmüşlerdir.Hatta bazı şeriat temsilcileri daha da ileri giderek vurmakla ve üflemekle çalınan aletleri kullanıp dinlemenin caiz olmadığın ileri sürmüşlerdir.Ama genel bir anlayış olarak din ulularu Tanrı'yı anmak,Tanrı elçisini övmek ve insanları din yoluna heveslendirmek gibi konularla ilgili şiirlerle söylenen müziği uygun görmüşler,içki ve fısk u fucurla yani Tanrı buyruğuna karşı olan şiirlerle söylenen müziği uygun görmemişlerdir.Ayrıca savaşçıları cesaretlendirmek için çalınan davul ce nakkareyi,düğünlerde çalınan tef,zil ve neyi de uygun bulmuşlardır.Katip Çelebi de bu genel kanıyı paylaşmakta ve insanı ulvileştiren ,ona yüksek duygular ilham eden müziği benimsemekte ve övmektedir..

Katip Çelebi bundan sonra raks konusu üzerinde duru.Ona göre raks diye,mutlak ölçülü hareketlete denir.Müzik aletlerinin çıkardığı sesler ve ölçülü nağmeler,insan ruhunu nasıl etkilerse,raks adı verilen bu ölçülü hareketleri görmek de insanı aynı şekilde etkiler.Olsa olsa etkinin yolu ayrıdır.Müzik kulak,raks  da göz yolu ile etki yapar.Katip çelebi bu konuda da sefahat ve eğlence niteliğinde olan raksı bir yana bırakır.Bu arada medrese ve tekke mensuplarının karşıt görüşlerini özetler.Açık olarak sema aleyhinde bulunmamasına rağmen,yazdıklarından gerçek düşüncesini anlamak mümkün değildir.

Katip Çelebinin üzerinde durduğu önemli bir konuda tütün meselesidir.Bildiğiniz gibi XV yüzyılın ikinci yarısında Ispanyollar,yeni dünyayı bulduktan sonra Portekiz ve Ingiliz gemileri Atlas Okyanusundan Pasifik Okyanusuna geçmek için kıyıları dolaştıkları sırada ,gemiler Gineye adı verilen bir adaya gelmişlerdi.Gemide bulunan ve o sırada hasta olan bir hekim,bu adada yanmakta olan bitiki yaprakları görür.Kokusuda dikkati çektiğinden lüle gibi bir aletle dumanını emmeye başlar.Hoşuna gittiği ve yararlı bulduğu için bu yapraklardan bol miktarda alır.Gemide bulunanlar hekime uyarak faydalı bir bitkidir diye bol miktarda alıp gemiye yüklerler.Gemi Ingiltereye döndükten sonra tütün içimi Avrupaya yayılır.Tütünün Osmanlıya gelişi ,Katip Çelebinin verdiği tarihe göre 1601 yıllarına rastlamaktadır.İşte bu tarihten sonra tütün hakkında ileri geri konuşmalar başlamıştır.Bazı vaizler haram yada mekruh olduğunu ileri sürmüşler tütün içilmesine taraftar olan kişilerde,vaizlerin bu görüşlerine karşı çıkarak,tütünün mübah sayılması gerektiği düşüncesini savunmuşlardır.Vaizler,tütün aleyhinde konuştukça,halk daha çok içmeye başlamıştır.Ancak tütün ve ateşi yüzünden çıkan yangınlarda büyük zararlara yol açmakta idi.Hem yangınların önüne geçmek,hem kötülükleri önlemek için IV Murat Kahvehaneleri kapattı,tütün içmeyi yasakladı.Fakat Insan her zaman yasak olanı arzular.Bu yüzden pek çok insanın canına kıyıldı.IV Murat Bağdat seferine giderken öreneğin konak yerinde askerin ilerigelenlerinden on ,onbeş kişi tütün içmek suçundan idam edilirken,başkaları  gizlice yenlerinden ve ceplerinde kısa çubuklu lüleler taşıyorlar ve fırsat buldukça bunları içiyorlardı.Nihayet Şeyhülislam Bahai Efendi tütünün helal olduğuna dair fetva vermiş ve bu konudaki tartışmalar da böylece sona ermiştir.Bu bilgileri veren Katip Çelebi,ayrıca tütünün çeşitli yerlerde açık olarak satılması yerine,kontrol altında belli yerlerde satılmasını uygun görürki,bu cins inhisar yani tekel idaresinin savunulmasu demektir. Bu dönemede daha Avrupada Tekel idaresi yoktu.

Katip Çelebinin açıklamalarda bulunduğu diğer bir konuda kahve meselesidir.Yemenden çıkan ve tütün  gibi,hatta tütünden de önce bir çok tartışmalara sebep olan kahve de,zamanla bütün dünyaya yayılmıştır.Yemen dağlarında oturanlar,burada yetişen bir ağacın meyveleri olan taneleri,döğerek yerler,ya da kavuraral suyunu içerlerdi.Dervişlik hayatına uygun,şehveti kesmeye elverişli,soğuk ve kuru gıda olduğundan ,şeyhler ve sufilerler başkalarıda kullanmaktaydılar.1543 yılında gemilerle Istanbul'a getirildiği zaman henüz tanınmadığından ve ne olduğu bilinmediğinden haram olduğuna dair fetvalar verildi..Yanık olmasından başja,topluluk halinde içildiği için,bunu içenlerin doğru yoldan çıkmış,dinsizlere benzeyeceği düşüncesi ileri sürüldü.Ancak bu arada 1555 yılında Istanbul'da Tahtakale semtinde Şamlı şems ile Halepli Hakem tarafından ilk kahvahane açılmış bulunuyordu.Bilim adamlarının buraya devama başlamaları ile tartışmalar almış yürümüştü.Şeyhülislam Ebussuud Efendi,kahve getiren gemilerin yükünü denize döktürmüş,ancak bu yasaklar ve şiddetli davranışlar fayda vermemiş;verilen fetvalar ve söylenen sözler halkı pek etkilememiştir.Kahvehaneler çoğalmaya devam etmiştir,hele kahvenin  Katip Çelebinin deyimiyle ' cana can katmasi,keyf erbabının keyfini arttırması''nedeniyel kahve içenler ' bir fincan uğruna can vermeyi ' göze alır olmuşlardır.Nihayet XVI yy sonlarında Şeyhülislam Bostanzade Mehmed Efendi,ayrıntılı ve manzum bir fetva vermiştir.Bu fetvasında o,kahvenin faydalarınıda saymış ,dökmüştür;bundan sonra Osmanlı Imparatorluğundan her sokak başında bir kahvehane açılmıştır.1683 ikinci Viyana kuşatması sırasında Viyanalılarında öğrendiği kahve,tüm Avrupaya yayılmıştır.

Katip çelebinin üzerinde durduğu önemli bir meselede '' bid'at ' lar yani yenilikler konusudur.Katip Çelebiye göre bunlar,halkın arasında yaşayan adet ve töreler dayanırlar.Bir bidat yani Peygamber devrinde görülmeyen bir yenilik halk arasında yerleştikten sonra,şeriata aykırılık ileri sürülerek bunu yasaklamak ve halkı bundan vazgeçirmeye çalışmak büyük bir ahmaklı ve bilgisizliktir.Halk,eğer bir şeye alışmış ve onu adet edinmişse ,bu bid'attir diye bırakmaz.Eğer ki,biri eline kılıcı alıp,bütün halkı kılıçtan geçirsin .Örneğin itikatle ilgili bid'atleri ortadan kaldırmak için sünni Padişahlar,Katip Çelebi'nin deyimiyle '' nice vuruş-kırışlar etmişler '' ancak bunlar fayda vermemiştir.

Halkın adetlerini bırakmayacağı kabul edilmelidir.Tanrının elçisinin görevi,ancak bildirmektir.Tutmak,halka kalmıştır.Güçle,zorla tutturmak olmaz,kısaca söylemek gerekirse ,bu işde ince elemek faydalı değildir.Zira Peygamberimizin zamanından sonra gelen devirlerde her çağın halkı,hallerini Peygamberin sünnetlerine uydurmaya çalışsalar,kendilerinin bu sünnetlerden ne kadar uzaklaşmış olduklarını görürler.Insaf edip herkes kendisini yoklasa,Peygamberin sünnetine uymakla hiçbir ilgisi bulunmadığını açıkça görür.Bu aykırılıklara şaşmamak gerekir.Zira bunlar,zamanın ve mekanın başkalığından ileri gelmektedir.Böylece Katip Çelebinin düşünceleri,örf,adet ve töreleri,mezhep farklarını ortadan kaldırmak isteyerek ,insanların belli bir görüşü benimsemeleri için onlar üzerinde baskı yapmamak,diğer bir deyişle,ifade etmek gerekirse,herkesi kendi vicdannında özgür bırakmak şeklinde özetlenebilir.Katip Çelebinin bu düşünceleri bugünkü laik devlet anlayışının da esasını oluşturmaktadır.


Saturday, June 23, 2018

XVII Yüzyıl OSMANLI DÜŞÜNCE HAYATI ve DÜŞÜNÜRLERI HAKKINDA BİR ÇALIŞMA

XVII yy başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu her alanda gerilemeye başlamıştı.Özet olarak denebilirki gerilemeler,yönetimde ,sosyal ve ekonomik hayatta,kültür ve düşünce hayatında açık bir şekilde kendisini göstermeye başlamıştır.Bu sırada yönetim deyince hemen akla gelen hükümet,saray ve orduda bozulmalar başlamıştır.Bu sırada yönetim deyince hemen akla gelen hükümet,saray ve orduda bozulmalar başlamıştır.Osmanlılar,bu yüzyılda Avrupa Ordularında görülen teknik ve lojistik gelişmeleri takip edememişlerdi.Bu devrin önemli bir düşünce adamı olan Koçu Bey'e göre yönetimde görülen bozulmaların başlıca nedeni,eski kanun ve nizamlara uyulmaması,bunların yerini rüşvet ev iltimasın almış bulunmasıdır.Bu nedenlerin yanında Osmanlı gerilemesini büyük ölçüde hızlandıran bir başka neden daha vardır ki o da,XVI yy başlarından itibaren dünya ticaret yollarının değişmiş olmasıdır.Hatırlanacağı üzere,Osmanlı devleti,doğu batı ticaret yolları üzerinde bulunan bir ülke olarak bu ülkeler arasında yapılmakta olan ticaretten büyük yararlar sağlamakta idi.XVII yy başlarından itibaren Ingiliz ve Hollandalıların Güney ve Güneydoğu Asya'da egemenlikler kurmaya başlamaları ve dünya ticaret yollarının açık denizlere geçmesi,Osmanlı devletini ,dünya ticaretinin önemli bir kısmında mahrum etmiştir.Böylece Osmanlı devleti,ekonomik  hayatına canlılık kazandıran dünya ticaretinin önemli bir kısmından mahrum etmiştir.Böylece Osmanlı devleti,ekonomik hayatına canlılık kazandıran dünya ticaretinin önemli bir damarından ekonomik hayatına canlılık kazandıran dünya ticaretinin önemli bir damarından faydalanamayan kendi olanaklarıyla  geçinmek zorunda kalan kapalı bir havza haline gelmiştir.Avrupa'da Amerika 'nın keşfinden beri yapılan işler,Osmanlı ekonomi hayatına büyük darbeler indirmiştir.Bildiğiniz gibi,Osmanlı para birimi akçe idi.Diğer Akdeniz ve Avrupa devletleri gibi Osmanlılarda,para basmak içim kıymetli maden darlığı çekiyorlardı.Bu yüzdende gümüş madenleri devletin kontrolu altında idi.Para darlığına bir çare bulmak üzere ,akçenin ayarını bozmak,kenarlarını kırpmak gibi tedbirler alındığı oluyordu.Ancak yeni dünyanın keşfinden sonra bu dünyanın değerli madenlerinin Akdeniz ülkelerine ulaşması,durumu birden bire değiştirmiştir.Yeni dünya Amerikadan getirielne altın ve gümüşler,ilkin Ispanya'da mali bir krize ,adeta bir fiyat devrimine yol açmıştı.Batıdan gelen bu beklenemdik ucuz ve bol gümüş akını,Osmanlı maliyesi üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır.Bu zamanda kadar kıymetli maden darlığının yarattığı sıkıntılarla uğraşan Osmanlı yöneticileri,bu birden bire artan gümüşün ortaya çıkardığı yeni ekonomik krizi önleyememişlerdir.Gümüş fiyatları birdenbire düşmüş ve bu düşmeler,geniş halk kitlelerinin ödeme gücünü aşan fiyat yükselmelerine sebep olmuştur.Bunun yanında bazı karlı alış verişler,devletin altın stoklarını eritmiştir.Bütün bunlarla ekonomik hayattaki sıkıntıların devam etmesinde etkin bir rol oynayan diğer bir konuyuda dile getirmek gerekir.Bu da XVII yy da devletin memur ve asker kadrolarının daha önceki yüzyıla oranla büyük ölçüde artmış bulunmasıdır.Koçi beyi ve Katip çelebinin  verdikleri bilgilere göre ,daha XVI yy başlarından itibaren giderek '' sipahi'' sayısı azalmış,buna karşılık ücretli asker sayısı '' Yeniçeri'' sayısı artmıştır.Katip Çelebinin verdiği rakkamlara göre ,1567 yıllarında 48 000 olan yeniçeri sayısı,1620 lerde 100.000 e çıkmış bulunuyordu.Osmanlı tarım sisteminin verimli olmasından birinci derecede sorumlu bulunan Sipahilerin sayılarının azalması,bu sistemde bazı bozulmaların ortaya çıkmasına sebep bulmuştur.Sipahilerin barış zamanındaki başlıca işleri kendi yönetimleri altında bulunan Timar,ya da Zeametlerde verimli bir tarım yaptırmaktı.Ancak zamanla sipahilerin sayıları azaldı ve bunların yerini birtakım saray mensup ve gözdeleri almaya başladı.Bu yeni yöneticilerin ,sorumluluklarını  üzerilerine almış oldukları yerlere gitmedikleri de görülüyordu.Böylece Osmanlı tarım hayatı tam bir verimsizlik içine girer.Bu sıralarda Osmanlı toplumunda,bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi,iş hayatı yolu ile zenginleşmiş,ekonomik gücü olan ve bu gücü ile hükümetler üzerinde etkili olabilecek bir sermaye sınıfı da mevcut değildi.Mevcut olan Yahudi kökenli tüccarların ise,siyasal güçleri  yoktu.Onlar da bu ekonomik güçlerini,bir takım gizli ve entrikalı yollardan göstermkete idiler.Osmanlı tarımının bu şekilde gerilediği sıralarda sanayii hayatının,tarıma göre biraz daha iyice olduğunu söyleyebiliriz.Bunun nedeni,esnaf localarının kurallarının sağlamlığıdır.Zamanla birçok zanaatlar,babadan oğula geçerek devam etmiş,böylece lonca gelenek ve kuralları korunmuştur.Sanayide kesin gerileme,yerli sanayinin ,piyasayı dolduran batı mallarıyla rekabet edemez hale gelmişti.

Öte yandan,XVI yy ortalarından bu tarafa medrese programlarından matematik ve felsefe gibi derslerin çıkarılmış bulunması,bilim hayatının gerilmesine ve düşünce hayatının durgunlaşmasına yol açmıştı.Hatırlanacağı üzere klasik Islam uygarlığı,başlangıçta helenistik Batı ve Doğudan,İran,ve Türkistan,Hindistan ve hatta Çin'den gelen kültür etkilerine açık bir durumda idi.Bu sıralarda başta matematik ve felsefe olmak üzere bir çok konularda  Arapçaya,Eski Yunan,Hind ve İran dillerinden çeviriler yapılmış bulunuyordu.Ancak zamanla müslümanlar,klasik islam uygarlığının kendi kendisine yeterli bir hale gelmiş bulunduğuna inanır olmulardı.Böyle bir anlayışın sonucu olarak,XVI yy a kadar,bilindiğine göre Latince bir Vekayiname dışında Latince yada başka bir Batı dilinden herhangi bir eserin,bir Müslüman milletin diline çevrildiği görülmemiştir.XVI.yy da tarih ve coğrafya ait sadece bir kaç eserin Türkçeye çevrilmiş olduğu bilinmektedir.

Klasik zamanların bir Müslümanı için,Frenk Avrupası,barbarlık ve inançsızlığın karanlığın içerisinde yaşamakta idi.İslamın parlak dünyasının bunlardan öğrenecekleri  birşeyleri olamazdı.Osmanlılarca da benimsenmş olan bu görüş,Osmanlılar,Avrupalılar üzerinde zaferler kazandıkça daha da kuvvetlendi.XVI yy sonlarında itibaren görülen gerilemeler karşısında,işte bu görüşte olan Osmanlı aydınları,Rönesans hareketiyle değişmiş,ilerlemiş ve kuvvetlenmeye başlamış olan Avrupa'dan herhangi bir şey öğrenmek gereğini duymuyorlardı.Kanuni devrinin kanun ve nizamları tatbik edilirse devletin kurtulacağına inanıyorlardı.


KADIZADELILER  ( FAKILAR )

Görülüyor ki,bir devletin geri kalışının çeşitli nedenleri vardır.Geri kalışı,bir tek nedene bağlamak doğru değildir.Özetlemeye çalıştığımız çeşitli nedenle yanında bu yüzyılda düşünce ve din alanında kendisini gösteren hoşgörmezlik ve bağnazlığıda özellikle dikkati çekmek gerekir.Gerçekten bu yüzyılda,bu hoşgörmezlik  ve bağnazlığın temsilcileri olarak bu vaizler sınıfının ortaya çıktığı görülmektedir.Kendilerine  Kadızadeliler  yada Fakılar adı verilen bu vaizlerin,başlıca iki özellikleri bulunmakta idi Bunlar, bir  yandan tasavvuf ve tarikat mensuplarına düşman idiler;öte yandan da devletin türlü alanlarda geri kalışını,halkın dinden uzaklaşarak,Peygamber devrinden sonra ortaya çıkmış olan birtakım yenilikleri benimsemil olmasına bağlıyorlardı.Bu vaizler,cahil halkı okşayan konuşmalar yaparak kendi taraflarına çekmeye çalışmışlar,bu sırada genellikle aydınlara hitap eden ve oldukça hoşgörülü olan mutassavvıflara karşı düşmanca bir tavır takınmışlardır.Bir zamanlar,karşıt görüşleri açıklayan kitap ve risalelerle yapılan tartışmalar,bu yüzyılın ortalarına doğru Istanbul'da tam anlamıyla eyleme dönüşmüş,hükümetlerin aczi,bazı saray ağalarının bu vaizlerle işbirliği yapmış olmaları,içinden çıkarılması güç bir ortam yaratmıştır.Tarikat mensuplarına karşı yapılan saldırılar sonucunda Mevlevi ve Halveti tarikatlarında ayinler  yapılamaz hale gelmiş,bazı tekkler basılmış,bzı dervişler '' tecdid i imama '' yani imanlarını  yenilemeye zorlanmıştır,bazı tarikat ileri gelenleri ölümle tehdit edilmişlerdir.

KADIZADE MEHMED

Bu vaizlerin önderi 1582 - 1635 yılları arasında yaşamış olan Balıkesirli Mehmed Efendi idi.Kendisi Küçük Kadızade diye ünlü idi.Taraftarları kendilerine  Kadızadeliler demekte idiler.
Kadızade Mehmet Efendi,bir ara tarikat yoluna girmek istemiş,ancak bu yol,meşrep ve anlayışına uymadığından,meslek olarak vaizliği seçmişti.Hitabeti kuvvetli olduğundan kısa zamanda ün kazanarak 1631 yılında Ayasofya Camii vaizi olmuştu.Bu sırada devlet işlerinin bozukluğuna dikkati çeken Kadızade,bütün bu bozuklukların şeriata aykırı hareketlerin sonucu olduğunu ileri sürmüş,halkı,şeriate aykırı saydığı tarikatlere karşı cephe almaya davet etmiştir.Kadızade,bu sırada tütün yasağı koymuş olan padişah IV Murad'ın bu yasağınıda desteklemiştir.Kendisine,tütün ve kahvenin Tanrı tarafından yasaklanmadığı hatırlatılınca '' hükümdarın menetmesiyle terki lazım gelir:terketmeyenler katlolunurlar '' deemekten çekinmemiştir.Bu yüzden de haklı haksız birçok insan öldürülmüştür.

ABDÜLMECIT SIVASI

Kadızade,tasavvuf ve tarikat ileri gelenleri  ile uğraşırken,özellikle zikir,devran ve sema'nın haram olduğu üzerinde durmuştur.Bu ve benzeri konular üzerinde zamanın önde gelen mutasavvıflarından Abdülmecid Sivasi Efendi,Kadızade'ye karşı müsbet bilimlerin öğretilmesini,sema'ı,ezan ve mevlidin güzel sesle okunmasını,kahve ve tütün'ün içilebileceğini savunmuştur


USTUVANI MEHMED

Kadızade'nin 1635 yılında ölümünden sonra onun yolundan giden vaizler,haram olduğu kesin delillerle bilinmeyen bazı şeylerin haram olduğu ve bunları yapanların kafir sayılmsı gerektiği yolundaki düşüncelerine söylemekte devam etmişlerdir.Güzel sesle Kur'an okuyanların,cumalarda salavat getirenlerin,na't-ı şerif okuyanların bu işleri yapmalarnı tehdit yoluyla önlemek istemişlerdir.Bu dönemde bu vaizlerin,önde gelen temsilcisi olarak Üstüvani Mehmet Efendiyi görüyoruz.Ayasofya camiinde direk dibine oturup ,direğe yaslanarak  va'z ettiği için kendisine ' Üstüvani '' adı verilmiştir..Ustüvaninin konuşmaları,bir öğrenci tarafından yazılarak bir Risale hali getirilmiştir.Bugün kütüphanelerimizde çeşitli yazma nüshaları bulunan bu Risale'den öğrendiğimize göre,sufilerin yaptıkları sema haramdır.Sema,düpedüz rakstır.Raksın,müziğin,tef çalmanın,zurna ile birlikte türkü söylemenin Islam'da yeri yoktur.Üstüvani Mehmet Efendi,resme,özellikle de insan resmine karşı çıkmıştır.Ona göre,bir yabancının evinde bile olsa,görülen ' suret'in yani resmin,gözlerini bozmak gerekir.İşte bu türlü düşüncelerin etkisi ile,bugün kitaplıklarımızda bulunan minyatürlü yazma eserlerde bulunan bazı insan resimlerinin başlarının bozulmuş olduklaro görülür.Bu türlü konuşmalarında Üstüvani Mehmet Efendi yanlız değildi.Şeyh Veli Çavuşoğlu,Köse Mehmet gibi öteki bazı vaizler de bu yöndeki konuşmalarıyla kendisini yalnız bırakmıyorlardı.Hatta bunlardan Çavuşoğlu,aynı zamanda ünlü bir şair olan Şeyhülislam Yahya Efendi'yi kafirlikle suçlamıştı.Çünkü bir şiirinde 

Mescidde riya -pişeler itsün,ko riyayı
Meyhaneye gelkim ne riya var ,ne mürai

Vaiz Çavuşoğlu,bu va'zı sırasında bu beyti okumuş '' Ey Ümmet i Muhammed ,her kim bu beyti okursa,kafir olur:zira bu beyit küfürdür '' demekten çekinmemiştir.İşte Kadızadeliler,bu sıralarda işi büsbütün azıtarak tekkeleri basmaya ve dervişleri dağıtmaya başlamışlardır.Sadrazam Melek Ahmed Paşa'nın aczinden de yararlanan Kadızadeliler,giderek devlet işlerine karışmaya başlamışlardır.Köprülü Mehmet Paşa'nın sadrazam oluşunun sekizinci Cuma günü Fatih Camiinde müezzinler na't-şerif  okurlarken bir grup Kadızadeli,bunların makamla okunmasını önlemek istemişler,kan dökülmesine ramak kalmıştır.Bundan sonra işi büsbütün azıtan Kadızadeliler,tekkeleri yıkmaya,taş ve topraklarını denize dökmeye,rastladıkları derviş ve şeyhlere imanlarını yenileme teklifinde bulunmaya başlamışlardır.Bundan sonra da padişaha giderek,Peygamber devrinden sonra benimsenmiş olan bütün yeniliklerin ortadan kaldırılması,bu arada Istanbul'daki Selatin Camiilerinin birer minaresi dışında diğer minarelerinin yıkılması için izin istemişlerdi.Durumu öğrenen Köprülü Mehmed Paşa,elebaşlarına haber göndererek nasihatte bulunmuş,fakat bu nasihatlerin olumlu bir etkisi görülmemiştir.Bunun üzerine Köprülü Mehmet Paşa,derhal devrin ileri gelen bilginlerini huzuruna davet ederek,onlarla Kadızadelilerin ileri sürdükleri görüşlerin doğruluk derecesini tartışmış,bu konuda onlardan bilgi almıştır.Davet edilen bilginler,Kadızadelilerin görüşlerinin batıl olduğunu ,fitne çıkaranların cezalandırılması,gerektiğini belirtmişlerdir.Durumu Padişahla da görüşen Köprülü Mehmed Paşa,padişahtan olay çıkaranların öldürülmesi için emir aldığı halde,bu yola gitmeyerek,elebaşıları Kıbrıs'a sürmüş,bundan sonra ortalık yatışmış,bu mesellde böylece halledilmiştir.

Bu konuyu sona erdirirken bir hususu da önemle belirtmemi gerekir.Halkımız büyük çoğunluğu ile iyi kötü ayırdetmeksizin Peygamber döneminden sonra benimsenmiş bütün yenilikleri kaldırmak isteyen Kadızadelilerin görüşlerini benimsemiş,üstelik devrin ünlü Bilgini Katip  Çelebi'nin deyimiyle'' bu ahmakları '' alaya almaktan çekinmemişti.Bu dönemin ünlü vakanüvisti Naima'nın eserinde,aldığım aşağıdaki bölüm,bu gerçeği bütün açıklığı ile gözler önüne sermektedir.

'' Kadızadelilerle ilgisi olan bir kişi,bu vaizlerden birine:
' Kaşık kullanmak bir yeniliktir.Bu konuda ne dersiniz ? ' diye sorar.Vaizin bu soruya cevabı şöyledir:
'' Yemeği elleri ile yesinler '' Aynı kişi bu kez :
'' Paki kaşıkçı esnafı ne yapsın ? ' deyince,Vaiz ' başka iş tutsunlar ' cevabını verir.Bunun üzerine aynı kişinin 
'' Peygamber zamanında çakşır ve don  yoktu.Şu halde sizlere göre bunları giymek bir bid'attir,yeniliktir.Onları da kaldırırmısınız ? sorusuna vaiz
'' Evet menederiz,Peştemal kuşansınlar' diye cevap verince,soru sahibi dayanamayarak 
'' Efendiler,halk -ı alemi soyup,baldırı çıplak çöl Arabı kıyafetine sokmak istersiniz ' demekten kendisini alamamıştır...


TARIHIMIZDE EDIRNE VAKASI OLARAK ADLANDIRILAN OLAY NEDİR ?

Karlofça antlaşmasından dört yıl sonra 1703 de Padişah II Mustafanın bir kapıkulu - ulema darbesiyle tahttan indirilmesi,dönemin güçlü şeyhülislamı Feyzullah Efendi'nin ayaklanan asker tarafından öldürülmesi ,Osmanlı tarihinde Edirne vakası diye bilinir.Bu olay görünüşte Karlofça ile ilgili değil,fakat olayın genel niteliğine baktığımızda 1703 deki Edirne Vakası'nın 1683 den beri süregelen 20 yıllık sarsıntının noktalanması olarak görebiliriz

Ortada yeni bir savaş yada yenilgi olmadığı halde padişahın tahttan indiriilmesine kadar varan olay,1703 Temmuzunda Gürcistan üzerine açılan sefere gönderilecek bi grup cebecinin ,birikmiş maaşlarını almadan sefere çıkmayı reddetmesi ile başladı.Cebeciler Istanbul'da ayaklanırken Padişah ve devletin en üst kadrosu Edirne'deydi.Istanbul'da cebecileri bastırması istenen yeniçeriler de ayaklanmaya katılınca olay alevleniverdi.Kapıkuluna Istanbuldaki Ulema da arka çıktı;hep birlikte Edirneye yürüyüp Padiaşaha sorunlarını anlatmaya karar verdiler.Istanbul'daki Asker ve Ulemanın en büyük şikayeti,doğrudan doğruya padişahın büyük saygı duyduğu ve bağlandığı Şeyhülislamı Feyzullah Efendi'dendi.Edirne'ye varan şikayetçi heyet isyancı muamelesi görüp hapsolunca,hele Padişah  Istanbul'dan yürüyüşe geçen orduya karşı Rumeli'de asker toplamaya kalkışınca,Isyanın faturası daha da büyüdü.Sonunda Şeyhülislamını feda etmesine karşın bir ay içinde Padişahın kendisi tahtından oldu.

Basit bir maaş davası gibi görünen,bir avuç cebecinin kazan kaldırması ile başlayan olay neden bu kadar büyüyüverdi ?? Neden Şeyhülsilam isyancıların hedefi oldu ? Cevabın bir bölümü kapıkulunun durumu ile ilgili.Karlofça'dan beri barış dönemine geçeli devlet bir yandan  reayay kanat germek için vergileri azaltırken,bir yandanda masraflarını kısmaya çabaliyordu.Savaş sırasında kapıkulunun sayısı durmadan arttırılmış,bazıları yeniçeri ailelerinden,binlerce kişi Padişah ulufesine bağlanmıştı.Barış döneminde bu kişiler defterden silindiği gibi,geri kalan kapıkulunun ulufesi de hala aksamaktaydı.Kapıkulu zaten genel olarak,Karlofça'ya karşı çıkan,savaşı sürdürmek isteyenlerden yanaydı.Barışın beşinci yılında  kapıkulu kendini ezilmiş,padişah gözünde önemini kaybetmiş hissediyordu.Padişah askerlerden yüz çevirmiş gibiydi.Bu durumdan kapıkullarının Isyan eden cebecilerle birleşmesi güç olmadı.

II.Mustafa'nın tahttan indirilmesinden rol oynayan ikinci bir sebepte de Edirne Istanbul rekabetiydi.Yarım yüzyıldır,Köprülü Mehmet Paşa'nın vezirliği döneminden beri adeta Edirne  payitaht olmuş,Istanbul ikinci Plana düşmüştü.Aslında Istanbul gibi Bursa ve özellikle Edirne de Sultan şehriydi.Istanbul da olduğu gibi Edirne'de de padişah kapısı dışında  sancakbeyi, beylerbeyi gibi bir yönetici bulunmuyordu.Daha Istanbul alınmadan Edirne'de geniş bir saray yaptırılmıştı.Edirne sarayının bostancıbaşısı şehrin  yöneticiside sayılıyordu.Köprülü Mehmet Paşa  vezir olduktan sonra Venedik ve Erdel seferleri yüzünden orduyu istanbul'dan çıkarıp Edirneyi bir hazırlık merkezi haline getirmişti..O sıralardan delikanlılık çağında olan IV.Mehmet'in de Edirne'de kalmasını,vaktinin çoğunu Istanbul dışında geçirmesini,avla uğraşmasını vezir tavsiye ediyordu.1657 den sonra hem IV Mehmet hem de kendisinden sonraki sultanlar Edirne'yi tercih etmeye başladılar.

Istanbul daha 1580 lerden beri çeşitli ayaklanmalara,kargaşalara sahne olmuştu.II.Osman'ın öldürülmesi,IV Murat'ın gençliğinde kapıkulunun küstahlığı,IV.Mehmet'in çocukluğunda yeniçeri ağalarının zorbalığı herkesin aklındaydı.XIV yy da Sultanın durumunu sağlamlaştırmak,diğer beylerin rekabetini bastırmak ve sindirmek için geliştirilen Kapıkulu XVII yy efendilerini parmağında oynatır hala gelmişti.IV Murat ve Köprülü Mehmet Paşa gibi disiplinli yöneticler,Kapıkullarının devamlı savaş halinde olmalarının onları politikadan uzak tutmanın tek yolu olduğunun farkındaydılar.Fakat Istanbulda bu isyanlara müdahil olan ,başka unsurlarda vardı.Ulemadan olsun,Paşa ve Beylerden olsun,belli bir mansıbı olmayan,yeni bir göreve atanmayı bekleyen  büyük bir kalabalık istanbul'da oturuyor ve payitahtın siyasal oyunlarına katılıyordu.' Maz'ul ' olarak görev bekleyen ulema ve ümeranın iş başındakileri kötüleyip  düşürmeye çalışması,bu grupların kapıkulunun huzursuzkuğundan faydalanmayı umması,Istanbul'un siyasi çalkantasında önemli rol oynuyordu.İşte IV Mehmet'ten beri padişahlar adeta Istanbul'dan ,kapıkulu baskısında,mazül paşa ve efendilerin siyasal entrikalarından kaçarcasına Edirneye yerleşir olmuşlardı..

II.Mustafa'da önce sefer dolayısıyla Edirne'ye gitmiş olduğu halde barış dönemindede  Istanbul'u ihmal etmekteydi.Hele Padişah Edirne'de yeni saraylar yaptırmaya başlayınca Istanbul'daki kapıkulunun ,ulema ve ümeranın telaşı büsbütün arttı.Devlet giderini kısmaya çalışırken,Padişahın Edirne'deki yeni planlarına gereksiz masraf ve israf diye karşı çıktılar.Tabii aslında telaşın sebebi ,bu yeni saraylar dolayısıyla padişaın Edirne'ye yerleşmek fikrinde olduğunun anlaşılmasıydı.Devlet Memurları Padişahın Edirne'ye yerleşmesiyle ağırlıklarını kaybetmekten korkarken,Istanbul halkıda ,sarayın tüccardan,esnaftan yaptığı alımların azalacağından,böylece şehrin ekonomik hayatının söneceğinden çekiniyordu.Iste hem siyasal,hem ekonomik nedenlerle ayaklandı Istanbul halkı.

Edirne Vakasının üçüncü önemli yönü Şeyhülislam Feyzullah efendinin durumudur.Feyzullah efendi IV Mehmet döneminde saraya yanaşmış,o zaman şehzade,sonradan padişah olan II.Mustafa ve III Ahmet'e hocalık yaparak ulema rütbesinin en üst kademelerine ulaşmıştı.Şehzade Mustafa 1695 te padişah olur olmaz eski hocasını Şeyhülislamlık makamına getirdi.Edirne vakası dolayısıyla azledilinceye kadar 8 yıldan fazla bu görevi sürdürdüFeyzullah efendi,bu süre içinde padişahşla kişilsel ilişkisi dolayısıyla Feyzullah Efendi'nin siyasal ağırlığı o kadar arttıki,yanlızca ulema mesleğini bildiği gibi yönetmekle kalmadı neredeyse tüm siyasal yönetime etki yapmaya başladı.En önemli Ulema rütbelerini  teker teker kendi çocuklarına,ailesine ve konağı mensuplarına dağıttıktan başka,büyük oğlunu kendi ölümünde yerine geçmek üzere şeyhülislam adayı olarak onaylattı padişaha.Feyzullah efendinin bu görülmemiş gücü sayesinde ulema mesleğini avucuna alması diğer ulema mensupları arasınd büyük bir tepkiyle karşılandı...Vezirlr ve Paşalar ise bizzat padişahın tenbihiyle şeyhülislamın bütün siyasal kararlara karışmasına,hatta yön vermesine katlanmak zorundaydı.Dönemin vezir i azamlarından Amcazade Hüseyin Paşa önce Feyzullah Efendiye yandaş iken Şeyhülislamnın baskısına dayanamayarak istifa etmişti; bir diğeri kendini vezarete şeyhülislamın getirdiğini bildiğinden önce ona yaltaklanmış sonra aykırı bir siyaset gütmeye başlayınca kafasını kaybetmiştir.Edirne vakası sırasında vezir olan Rami Mehmet Paşa için Şeyhülislam açıkça '' benim yetiştirmemdir;ben onun elinden tuttum da vezir yaptım '' diyordu.Osmanlı siyasal düzenini tümüyle ele geçirmek hırsı,sonunda Feyzullah efendinin korkunç bir şekilde öldürülmesine neden oldu.

Feyzullah Efendi,daha öncede bahis ettiğim gibi Karlofça anlaşmasını destekleyen barış yanlısı grubun temel direği idi.Şeyhülislamnın kişisel hırsına gösterilen tepkiden başka,Karlofça'yı içine sindiremeyen savaş yanlılarının girişimini de görmek mümkün Edirne Vakasının organizasyonunda.Ulema mesleğinden olduğu halde,siyasal yönetimi ele alma girişimi de Osmanlı düzenine temelden aykırı bir davranıştı.Yanlız gözden kaçırmayalım,ulema açısından  Feyzullah Efendi'nin günahı siyasete karışması değil,bunu hem geleneksel siyasal dengeyi bozmak pahasına,hem de diğer ulemaya danışmadan kendi başına gerçekleştirmeye çalışmasıydı.Yoksa Osmanlı Uleması XVII yy boyunca siyasete ağırlığını koymaya başlamıştı;bu rolünü bırakmak niyetinde değildi.

Edirne vakası sırasında Feyzullah Efendiye karşı nicedir için için gelişen tepki birden açoğa vurulunca şeyhülislama duyulan kinin derinliği de ortaya çıktı.Şeyhülislamın asker tarafından feci şekilde öldürülmesinde tam anlaşılmayan bir noktaya daha işaret ederek konuyu kapatmak gerekir.Feyzullah Efendi devlete ve dine hiyanetle suçlanıyordu; öldürüldükten sonra da cesedine bir ip bağlandı,önlerinde papazlar yürüyen bir grup Hristiyana sürüklettirildi.Yani cesedine kafir,dinsiz muamelesi yapıldı.Bu muamele Feyzullah efendinin siyasal hırsı ile, ya da Karlofça barışına arka çıkması ile açıklanabilirmi ? Öte yandan Feyzullah efendinin yeni bir rasathane yaptırmak için Avrupalı bilginlerle ilişkide olduğu biliniyordu .Acaba Feyzullah efendinin barış yanlısı olması dışından Avrupalılarla başka ilişkiside varmıydı ?

Edirne vakası dolayısıyla II Mustafa tahtan indirilince yerine kardesi III Ahmet Padişah oldu.Derhal Istanbul'a gelen yeni padişahın en önemli sorunu tahtını sağlama almak ve başkentteki genel durumu yatıştırmaktı.Padişahın derdi sadece kendi durumunu kurtarmak değil,1678 de IV Mehmetin tahttan indirilmesinden beri ciddi olarak zedelenmiş olan hükümdarlık otoritesini yeniden kurabilmekti.Edirne vakası sırasında kapıkulu ve Ulema Istanbul'dan Edirneye doğru yürüdüğünde II.Mustafa'nın yerine kimin padişah  olacağı tartışılmıştı.Bu tartışma bir zamanlar Osmanlu düzeninin temel taşı sayılan padişahlık makamının XVII yy boyunca ne kada değer kaybettiğinin en açık belirtisiydi.

II.Msutafa yı tahttan indirmeye karar veren Isyancı Kapıkulu II.Ahmet'in oğlu Şehzade Ibrahim'i Sultan olarak tanımak istemişti,ancak ulema ileri gelenleri II Mustafa'nın kardeşi olgun yaştaki Şehzade Ahmet dururken 11 yaşındaki Şehzade Ibrahim'in seçilmesini doğru bulmadı.Bazı Kapıkulu komutanlarının küçük Ibrahim'i yeğlemesi herhalde çocuk yaştaki padişahı daha kolay etki altına alabileceklerine inanmalarondandı.Hatta bazı Isyancıların Osmanlı sülalesini  bir yana bırakıp bir Kırım hanzadesini ya da başka birini paidşah yapmaktan dem vurdukları anlaşılıyor.Gerçekten başka ülkelerde ve imparatorluklarda sülale değişimi sık sık görülürken Osmanlı devleti 600 yıl aynı sülalenin yönetiminde kaldı;zaten devlet,adı üstünde,Osmanoğullarının devletiydi.Fakat 1703'de kapıkulu komutanlarının dediği gibi,sülalenin tılsımı yoktur;başka kişiler,başka aileler  tahta getirebilirdi.Bu dönemin olaylarına şahit olan ünlü Tarihçi Naima,kapıkulu komutanlarının düşüncesinin '' sülale geleneğini yıkmak '' olduğunu ileri sürüyor. '' Asıl istedikleri,Cezayir ve Tunus ocaklarında olduğu gibi,askerin önermesiyle başa geçirilen bir önder bulmaktı '' diye ekler.Osmanlı öncesi Mısır ve Suriye'de hüküm süren Memluk Sultanlığı sülalesiz devlet örneğine daha uygun bir benzetme olurdu.Böyle bir düzende padişahın geleneksel siyasal rolü tümüyle kısıtlanacak;başa geçirilen kişi devlet ileri gelenlerinin,komutanların onayı ile iş gören biri olacaktı.Tarihçi Sn Sertoğluna göre ,Osmanlı devlet geleneğini kökünden değiştirecek bir düşünceydi.Fakat  II Mustafa'yı deviren ayaklanmada kapıkulunun yanında yer alan ulema,girişimlerinin mümkün olduğu kadar ,kanuna,şeriata,geleneğe uygun olmasında ısrar edince,III Ahmet tahta çıkabildi.

Naima'nın sözüne göre,ayaklanma sırasında Istanbul'da yeniçeri ağalığını ele geçiren Çalık Ahmet Paşa devlet düzenini  değiştirme görüşünün sözcüsü sayılıyordu.Çalık Ahmet Paşa,III Ahmet tahta geçtikten sonra bu defa Vezir i azamlığının kendine verilmesinde ısrara başlamıştı.Bu nedenle yeni padişah ilk iş olarak yeniçeri ağasını birkaç ay oyalayıp ayaklanma havasının  yatışmasını bekledi.Sonra sadaret heveslisi,Ahmet Paşa'yı valilik bahanesiyle Istanbul dışına çıkartıp idam ettirdi.Diğer kapıkulu komutanları ise bu olayı Çalık Ahmet Paşa'nın kişisel hırsını sonucu sayıp ses çıkarmadılar.III Ahmet bundan sonra da kapıkulunu hoşnut tutmaya özen gösterdi ama bir yandan da vezir i azamların  sık sık değiştirip sadaret mührünü yakından tanıdığı,saraydan yetişmiş kişilere vererek güçlü ve padişaha karşı gelebilecek paşaların ortaya çıkmasını engellemeye ve saltanat otoritesini sağlamlaştırmaya çalıştı.

Karlofça ertesi II Mustafa döneminde başlayan barış siyasetini de sürdürdü.Sadece dış siyaset gereklerinden değildi  barışcıl siyaset;Iç siyasal durumda da barış döneminde sayısı azaltılmış kapıkulunun hızı kesilmişken yeni dış çatışmalar payitahta padişahın askerin tekrardan güçlenmesine neden olabilirdi.Zaten Osmanlı ülkesinin çeşitli bölgelerinde,en önemlileri Suriye,Irak ve Mısır'da ,merkezin otoritesini zayıflatan yöresel girişimler görülmekteydi.Devlet bütün dikkat ve gayretini bu olayları yatıştırmaya yöneltmişti.İşte bu yüzden Avrupa Siyasetindeki değişiklikler Osmanlı lehine dönüştüğü durumlarda bile padişah orta ve doğu Avrupa'dan çıkan fırsatlardan yararlanmaya yanaşmadı.

Bu fırsatlar Orta Avrupa'da Macaristan'ın durumu,Doğu Avrupada Isveç Rus çatışması ile ilgiliydi.Karlofça ile Habsburg devletinin Erdel dahil,Macaristan üzerindeki egemenliği kesinleşmişti.Habsburg yönetimi,Osmanlı döneminde özellikle Erdel'de iç siyasette ve iç gelişmelerde bağımsız davranmaya alışmış Macar asılzadelerine  ve halkın ağır geldi.Daha 1701 de Habsburg orduları Batı Avrupa'da yeni bir savaşa katıldıktan sonra Macarlar direnmeye başladılar.Ferenc Rakoczy'nin önderliğindeki  Macar direnişi 1711 e kadar sürdü,fakat Avusturya 1714 e kadar batı Avrupa'da Ispanya tahtı üzerine çıkan savaşla uğraştığı halde Macar ayaklanmasını bastırabildi.Ferenc Rakocy Macar direnişi sırasında Fransa'dan destek gördüğü halde Osmanlılar Macaristan olaylarına seyirci kalmayı yeğledi.

Doğu Avrupa'da ise özellikle Polonya üzerinde ve Baltık denizi kıyılarında Isveç Rus rekabeti alevlenmekteydi.Bu iki devlet arasında 1700 de başlayan çatışma kah Isveç'in  kah Rusya'nın askeri başarısıyla sürerken 1708 de genç Isveç Kralı XII Karl ( Demirbaş Şarl ) Rusya içine yürüdü.Karl bu seferden önce daha 1707 de Osmanlı devleti ile temasa geçmiş,özellikle Rusya'ya karşı işbirliği önermişti.Osmanlı yönetimi ise Isveç'te dostluk kurmayı yararlı gördüğü halde,Rusya ile savaşa tutuşmak da istemiyordu.Istanbul'un cevapları mütereddit olmasına rağmen Karl Ukrayna Kazakları ile anlaşmasına güvenerek Rusya'ya girdi ve Kazakları Rus yönetiminden kurtarmak üzere Ukrayna'ya yöneldi.Fakat o zamana kadar parlak başarıyla dikkati çeken Isveç Kralı 1709 yazında Poltava'da Rus ordusuna yenilince yanında Kazak Atamanı olduğu halde Osmanlı toprağına girip Özi'ye sığınmak zorunda kaldı.Osmanlı yönetimi ise hala savaştan kaçınmakla beraber Rusya'nın XII Karl'ın hiç olmazsa asi Kazak atamanın  geri verilmesini isteği kabul edilmedi.

III Ahmet dönemi ,Lale devri konusunu başka bir yazımızda anlatacağız



Friday, June 22, 2018

KATOLIKLIKDE REFORM HAREKETLERI ( Karşı Reform )



Kalvenciliğin başarısı,Katolik kilisesini,1530 larda düzensiz bir şekilde başlayan Protestanlık -hareketlerine daha canlı bir şekilde karşılık vermeye yöneltti.Birçok tarihçi Protestan Reformundan sonra Katolik kilisesi içinde meydana gelen gelişmeleri birbirleriyle ilgili iki hareket olarak görmektedir.Biri daha önceki reform çabalarıyla bağlantıll bir iç reform arzusu,diğeri de Protestanlara entelektüel,siyasi,askeri ve kurumsal bir karşı çıkış olan bir Karşı reform dur.Papalık,yeni dini tarikatlar ve 1545 den 1563 yılına kadar toplanan Trento Konsili bu iki harekette de etkiliydiler.

Papalık sarayı,Papa III.Paulus'la ( 1534-1549 ) başlayarak reform hareketinin  baş muhalifi olmak yerine,onun merkezi haline geldi.Paulus,ruhban sınıfının eğitiminde iyileştirmeler yapan reform yanlısı kardinaller,rahipler ve piskoposlar atadı;din adamlarına belli ahlak standartlarını kabul ettirmeye ve en çok göze çarpan suistimalleri düzeltmeye çalıştı.Kilise makamlarının alım ve satımı,piskoposların kendi bölgelerinde yaşamalarını zorunlu hale getirme,din adamlarının birden fazla makam sahibi olmalarını yasaklama,Papalık sarayında dünyeviliğe ve ahlaksızlığa son vermek,kilisenin vergi toplama sistemini ve yasal uygulamaları değiştirmek gibi ortaçağın sonlarından bu yana önerilen reform önlemleri XVI yy da yavaş yavaş kabul edilmeye başlandı.III.Paulus ve halefleri halka vaazlar veren yeni tarikatların kurulmasına,rahipleri eğitmek için din okullarının açılmasına,din makamların alım ve satımına son verilmesine ve ruhban sınıfının yaşam biçiminin daha katı bir şekilde denetlenmesine destek verdiler.VI.Alexander ( 1492-1503 yılları arasında papa ) ,II Julius ( 1503-1513 yılları arasında papa ) ve VII Clemens ( 1523-1534 yılları arasından papa )gibi kendilerini kilise ve saray  yaptırmaya ve süslemeye,ailelerin gücünü artırmaya adamış olan XV. ve erken XVI.yüzyıl papalarının yaşamlarının tersine,Paulus ve haleflerinin vakur yaşamlarıedep ve dindarlık örneğiydi.( Alexander Ispanyol Borgia ailesindendi ve yapamk istedikleri kısmen oğlu Cesare'nin askeri girişimleri ve kızı Lucrezia'nın evlilikleri  sayesinde başarmıştı ).1600'e gelindiğinde ,Papalık Avrupa'da ruhani bir güç olarak yeniden tesis edilmişti ve bu süreç içinde Orta İtalya'daki siyasi egemenliğinde hiçbir gerileme olmamıştı..

Reformcu papalar aynı zamanda Protestan öğretisinin yayılmasıyla savaşmak için tasarlanan önlemleri de desteklediler.III Paulus,Kutsal Papalık Kongregasyonu'nun yeniden organiz ederek onu Roma Engizisyonu'nun üstüne çıkardı ve yönetimini Roma'daki bir kardinaller  komitesinin ellerine bıraktı.Engisizyona sapkın fikirleri olduğundan kuşkulanılanları veya teolojik açından kabul edilemeyecek davranışlarda bulunanları araştırma görevi verilmişti ve yerel otoriteler zaman zaman engizisyon yargıçlarının araştırmalarına sınırlamalar getirseler bile,bu engizisyon ilk olarak Papalık devletlerinde ve daha sonra Italya'nın başka bölgelerinde Protestanlığı son erdirmede çok başarılı olmuştu.III.Paulus'un halefleri ,IV Paulus ( 1555-1559 yılları arasında papa ) ve IV.Pius ( 1559-1565 yılları arasında papa ) sapkın olduğuna karar verilen kitapların ve yazarların basılmasını,dağıtılmasını ve okunmasını yasaklayan bir yasak kitaplar listesi ( Index Librorum Prohibiturum ) yayınladılar.( Liste resmen 1966 yılında yürürlükten kaldırıldı ve Kutsal Papalık kutsal kongregasyonu'nun kayıtları 1998 yılında bilimsel araştırmalara açıldı.Belgelerin  çoğu Napolyon zamanında Paris'e götürülmüş ve orada hurda kağıt olarak satılmıştı )

Reformlar Papalık kadar dini tarikatları da kapsıyordu.Benedikten Augustinusçu ve Fransisken gibi eski tarikatlar disiplini yeniden kurarak başlangıçtaki amaçlarına geri dönebilmek için önlemler aldılar.Teatinus Tarikatı,Barnabasçılar ( Aziz Paulus'un Rahipleri ) ve Kapuçinler gibi yeni dini tarikatlar hastalarla ve yoksullarla ilgileniyor,hastaneler ve yetimhaneler açıyor,yoksul bölgelerde vaazler veriyor ve ayinleri uyguluyorlardı.

Yeni dini tarikatlar arasında en önemlisi Ignacio de Loyola ( 1491-1556 ) tarafından kurulan Cizvit tarikatıydı.Loyola,birinci Habsburg - Valois savaşında savaşırken bir kaç yerden kırılan bacağının iyileşmesi sırasında dini yazarların ve mistiklerin yapıtlarıyla tanışan bir Ispanyol şövalyesiydi.Luther gibi o da bir iç fırtına ve inanç krizi döneminden geçmiş,ama yeni bir teolojik yaklaşım benımsemek yerine çok yoğun bir meditasyon programıyla bunu çözümlemişti.Daha sonra  Execitia Spiritualia ( Manevi deneyler ) adını verdiği kitabında ( Latince bilmeyenler için Ispanyolca yazılmuştı )tekniğini tarif etti.Kitap,tinsel disiplini ve kişinin iradesinin Tanrı'nın iradesinde erimesini sağlamak için bir meditasyon programı veriyordu.Loyola'nın programının nihai hedefi kendisini Tanrı'nın içinde mistik bir şekilde kaybetmesi değil,Tanrı adına hareket etmesiydi.Loyola hümanist eğitim almamıştı ama bireyin iradesine vurgu yapması ve özdenetimin ve kutsallığın mümkün olduğu yolundaki fikirleri Ficino ve Pico'nun fikirleriyle kesinlikle uyuşmuyordu.

Aslında Loyola iyi bir eğitim almamıştı ve bu eksiğin farkındaydı.ilk olarak Latincesini ilerletmek için hazırlık okuluna girdi ve daha sonra kısa bir süre bir kaç Ispanyol üniversitesinde okudu.1528 yılından ilahiyat okumak için Paris'e gitti ve kısa sürede etrafına kendisi ile aynı görüşü paylaşan genç erkekleri topladı.Bu grupta daha sonra misyoner olarak Asyaya giden Francisco Xavierde bulunuyordu.Bu grubun üyelerinin çoğu rahip değildi,ama standart manastır yeminlerini  içtiler ve aynı zamanda Papaya özel bir itaat duygusuyla bağlı olduklarını belirttiler.Başlangıçta biraz kuşku ile yaklaşan Papa III.Paulus ,1540 yılında grubu ana amaçlari eğitim ve insanların Katolik dinini seçmelerini sağlamak olan yeni bir dini tarikat,Isa cemiyeti olarak tanıdınığını ilan etti.

Cizvitler okullar açtılar,Üniversitelerde ders,halka vaaz verdiler.Önemli insanlara günah çıkarttılar ve bu yolla birçok Avrupa sarayında etkili oldular.Tarikat son derece merkeziyetçiyid ve bir başkomutana yani bir Superior General'e bağlı ve askeri hiyerarşi stilinde bir örgütlenmesi vardı;Cizvitler yerel piskoposların kontrolü altında değildi ve piskoposlar bu bağımsızlıktan hiçte hoşnut değillerdi.Loyola'nın Manevi Deneyler kitabı öz disiplin sürecine başlayanlaradört haftalık kısa bir program sunuyordu,ama tarikata girmek için alınan eğitim yıllarca sürüyordu;bu süre içinde genç erkek,kendisini içten kontrol edilen ruhani bir askere dönüştürmek için tasarlanmış,askeri eğitime benzer bir eğitimden geçiyordu.Sadece zorlu sınavlardan başarıyla geçmiş olanların papaz olmalarına ve özel dördüncü yemini,papaya mutlak itaat yeminini içmelerine izin veriliyordu.

Eğitimleri ve disiplinleri Cizvitleri son derece etkili yaptı.Peter Canisius'un ( 1521-1597 ) liderliğinde Viyana,Köln,Münih,Mainz ile Kutsal Roma Imparatorluğunun güney kısmındaki diğer şehirlerde okullar açtılar;resmen Protestanlığı kabul etmiş olan bazı bölgelerin yeniden Katolik olmasını sağladılar ve kararsızlığa düşmüş olan bölgelerin sadakatini pekiştirdiler.Canisius 1565 yılında,soyluların çoğunun çeşitli türlerde -Lütherci ,Calvinist,Socinusçular - Protestan olduğu,resmi politikası da dini hoşgörü olan Polonya-Lİtvanya'ya on tarikat üyesi yolladı.Cizvitler soyluların erkek çocuklarını  eğitmek için birkaç okul açtılar ve Polonya Krallarının günah çıkardığı papazlar oldular;Katolikliğe  bağlılık arttıve XVII yy başlarında Kral III.Sigismund Waza pek fazla direnmeyle karşılaşmadan hoşgörü politikasından vazgeçti.Cizvit misyonerler Brezilyaya ,Yeni dünyadaki Ispanyol sömürgelerine,Batı Afrika'ya Hindistan'a Doğu hint adalarına ,Japonyaya ve çin e gittiler;buralarda yerel halkı katolik yapmak için çalıştılar.Avrupalı askerlere,tüccarlara ve yerleşimcilere din hizmeti götürdüler.

1580 yılında Robert Parsosn ile Edmund Campion Protestan Ingilterede bir cizvit misyonu başlattırlar;Ruhani rehberlik yapıyor,Ingiliz katolikleri için dini ayinler düzenliyor ve onları Elizabeth'in dinde tek tiplilik politikalarına karşı direnmeye çağrıyorlardı.Campion tutuklandı ve bir hain olarak idam edildi;Parsons ise Katolik rahip olmak isteyen Ingilizler için okullar açmak ve mevcut okulları büyütmek için Avrupa'ya döndü.Tutuklanma ve idam edilme tehlikesine karşın Cizvitler ve diğer rahipler Ingilterede kaldılar.Çoğunlukla önemli Katolik ailelerin kadınları kendilerine barınacak yer veriyordu..İçhat hukukuna göre evli kadınlar gayrimenkul üzerinde söz sahibi değillerdi ve bir kadını hapse atmak aile hayatını altüst ederdi.Dolayısıyla,Elizabeth döneminde yetkililer kiliseye gitmeyi reddeden Katolik erkekleri para cezasına çarptırdıkları ve hapse attıkları halde,yasayı kadınlara uygulamakta genellikle isteksi davranıyorlardı; bu yüzden  Ingiliz katolikliğinin merkez haneler olmaya başladı.

Ingilteredeki Katoliklerin sıra dışı durumları,kiliseye gitmeyen kadınların Katolikliğin sürdürülmesinde Avrupa'nın başka bölgelerindeki kadınlara göre daha önemli bir rol oynamalarını sağladı.Cizvitlerin Papalıkça tanınmalarından bir yıl sonra,Barselona'da Loyola ile çalışmış olan Isabel Roser,hastalara ve yoksullara yardımın yanı sıra ,eğitimide içeren aktif misyonu  olan bir kadın tarikatı kurmak için Papa'dan onay istedi.Loyola rabilerin halkla sürekli ilişki halinde olacağı düşüncesi karşısında dehşete kapıldı;Papa III.Paulus da izin vermedi.Buna rağmen,Roser'in grubu Roma'da ve Hollanda'da büyümeye devam etti.Bundan bir kaç yıl öncede Angela Merci ( 1474-1540)  bir grup bekar ve dul laik kadınla birlikte yoksullara yardım amacıyla Azize Ursula Derneği'ni kurmuştu.Bu dernek Papadan onay aldı ve yüzyılın sonlarına doğru giderek kız çocuklarının eğitimine odaklanan bir dini tarikat haline geldi.Ancak,dini bir tarikat olduktan sonra Ursulacılar,manastıra kapanarak kendilerini dış dünyadan soyutlamaları için giderek artan bir baskıyla karşılaştılar.Birçok Ursulacı merkez bu isteğe karşı koydu,ama manastıra kapanmış bir rahibenin hayatının Tanrı'nın  gözünde bir kadın için en değerli yol olduğu yolundaki kilise öğretisini kabul edenler severek kapandılar.Genellikle Ursulacu merkezlerine kız çocuklarını eğitmeye devam etmeleri için izin verildi;ama artık eğitim manastır duvarlarının ardından yapılıyordu;bu merkezler özellikle Fransa'da kız çocukları için en önemli eğitim kurumları haline geldiler.

Kadınların Protestanlığı durdurmaya çalışmak ve insanları Katolik yapmak gibi Katolik Reform'un en heyecanlı ve önemli kabul edilen kısımlarından dışlanmaları,XVI yy da azize mertebesine yükseltilen kadınların oldukça az olan sayısına yansımaktadır.XVI yy da aziz mertebesine yükseletilenlerden sadece  yüzde 18.1 i kadındı;oysa XV yy da bu oran yüzde 27.7 di.XVI yüzyılda aziz mertebesine yükseltilen erkekler genellikle misyonerler,reformcu piskoposlar ile papalar veya Protestanlıkla savaşanlardı.Buna karşın ,azizeler genellikle mistikler veya mevcut dini tarikatlarda reform yapanlardı.Bu azizelerden en tanınmışı XVI yy in en önemli din kadını Avilalı Teresa'ydı ( 1515-1582 ).Mistik hayallerini tinsel otobiyografisinde  anlatan bir Karmelit rahibesi olan Teresa,yeni manastırlar kurdu ve Karmelit tarikatından reform yaptı.Teresa kadınlara manastır dışında kurumsallaşmış roller verilmesi gerektiğini savunmuyordu;ama cinsiyeti yüzünden karş karşıya kaldığı kısıtlamalardan rahatsızlık duyuyordu ve kurduğu yeni tarikat evlerinin Avrupa'nın başka bölgelerindeki Protestanların Katolik kiliselerini ele geçirmelerine bir cevap olduğunu düşünüyordu.

Trento Konsilinin aldığı kararlardan biri,bütün din kadınlarının manastıra kapanmasının gerekli olduğuydu.Trento Konsili ,III.Paulus tarafından 1545 yılından toplanan ekümenik bir konsildi ve bir kaç kesinitiye rağmen Katolik dogmaları tanımlamak ve suistimalleri ortadan kaldırmak için takip eden on sekiz yıl boyunca toplanmıştı.Dogma açısından Trento Konsili,Protestan tezlerine cevap olarak geleneksel Katolik inançlarını savunuyordu : Kurtuluş için hem iman hem de iyi ameller gereklidir;temel Hristiyan ögretileri Kutsal Kitap'ta ve geleneklerde bulunur;Evkaristiya'nın sırrının ve gücünün merkezinde ,tözün değişmesi ( transsubsrantiation ) vardır ve bunu sadece yetkili bir rahip uygulayabilir;yedi ayin yararlıdır ve acil vafitizler dışında ayinleri sadece rahip uygulayabilir ;Bakire meryem ve azizler kutsaldı;rahipler ve keşişler evlenemezler,metresleri varsada bırakmalıdırlar.

Trento Konsili aynı zamanda çok sayıda disiplin kurali da ilan etti ;ancak bunlar Avrupa'nın bütün katolik bölgelerinde kabul edilen Trento dogmaları gibi kabul edilmedi.Bu kurallar Piskoposların kendi bölgelerinde yaşamalarını zorunlu kılıyor,endüljans satımını tamamen yasaklıyor ( ama papanın endüljans verme yetkisini ortadan kaldırmıyor ),piskoposlaron nüfuz alanını güçlendiriyor ve her piskoposluk bölgesinin bir din okulu açmasını gerekli kılıyordu.Rehipler halka eğitim ve öğretim vermek için eğitiliceklerdir ve cemaatlerinin ruhani yükümlülüklerini ,özelliklede günah çıkatma ve Paskalya döneminde komünyona katılma yükümlülüklerini ne kadariyi yerine getirdiklerine dair kayıt tutacaklardı.

Konsil son toplantısında Katolik evlilik doktrinini açıklayan Tametsi kararını ilan etti.Bundan böyle bir evliliğin geçerli olabilmesi için evlilik tanıklar önünde gerçekleştirilecekti ve bu tanıklardan biri kilisenin rahibi olacakti;rahiplere bölgelerindeki tüm evliliklerin kaydını tutma emri verildi.Boşanıp başkasıyla evlenmek hiç bir şekilde mümkün değildi;ama birlikte yaşamaları mümkün olmayan eşler yatak ve yemeğin ayrılmasını talep edebilirlerdi;evliliğin hükümsüz sayılması iktidarsızlık gibi çok aşırı durumlarda mümkündü.

Trento kararları idealler belirledi,ama bunlar çok yavaş gerçekleşti;etkileri XVII, hatta XVIII yüzyıla kadar Katolik Avrupa'nın bir çok bölgesinde hissedilmedi.Ancak  Konsil 1564 yılında dağıldığında ,Katolik kilisesinin değişmeye başladğı artık çok açıktı.Kilise geleneksel doktrine tekrar hayat vermişti,Engizisiyon ve Papalık Listesi gibi önlemlerle teolojik birliği dayatacak araçları sağlamıştı ve disiplin ve eğitime önem veren yeni dini tarikatlar aracılığıyla kendi içinde reform hareketini başlatmıştı.

Bu canlanma sadece kilise hiyerarşisinde olmadı; yerel düzeyde,hayatın dini ilgilendiren kısımlarında da görüldü.Şehirlerdeki pek çok mahallerde köylerde bile sıradan insanlar kardeşlik cemiyetleri kurdular ve kurulu olanları büyüttüler.16 yy da venedikte 120 kardeşlik cemiyeti varken bu sayı 18 yy da 400 e çıkmıştı.Bu cemiyetler tören alayları düzenliyor,yemekler veriyor,nedamet kırbaçlaması uyguluyor,yoksullara sadaka veriyor,üyelerinin cenaze törenlerini düzenliyor,kiliseler için mum,mobilya ve sanat eseri satın alıyor,hastahaneler ve yetimhaneler yönetiyor,bölgelerindeki kutsal yerleri ve sunakları maddi olarak destekliyordu.Çoğu kardeşlik cemiyeti sadece erkeklere açıktı,ama sadece kadınların üye olduğu ve tespih çekip dua etmeye,Bakire Meryem'e Aziz Anne'e  veya başka bir azizeye adanmış bazı kardeşlik cemiyetkerşde vardı.Cizvitler kendi hayır,eğitim ve misyonerlik faaliyetlerine maddi ve siyasi destek için kendi himayelerinde kurulmuş olan ve adına Marian kardeşlikleri denilen cemiyetlere bel bağlamışlardı.Bunlardan Fransız kutsal Sacrament cemaati ve Portekiz merhamet cemiyeti gibi bazıları ,din ve hayır işleriyle ilgilenmenin yanı sıra,krallığa destek sağlayan saraylıların ve devlet görevlilerinin kurdukları gizli örgütlerdi.Yeniden canlanmakta olan Katolik kilisesine bağlı hükümdarlar için bu tür destekelr,kendilerinden çok daha militan olan Protestanlara karşı savaş alanına ordular sürerken çok önemliydi 



Kaynakça : Merry W Hanks Erken dönemde Avrupa Is bankası yayınları