Wednesday, July 18, 2018

AYDINLAMA VE AKIL ÇAĞI ÜZERINE BİR ÇALIŞMA

Akıl ağı,Inanç ağı ve İdeolojiler ağı olarak tanımlanabilen dönemşer arasında ( Onyedinci yüzyılın  ikinci yarısından on sekizinci yüzyılın sonuna kadar ) yaşanmıştır.Bu,inanların değiştirilmeye  zorlanmadığı bir dönemdi,yani 1648 den önceki Reform ve Karşı Reform hareketlerinin  yada ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda beliren '' izm '' lerin saldırgan eğilimlerini içermiyordu.Bu yeni mantığın ayrılmaz bir parçası,aklın yüceliğini savunan filozofların,insan doğasının mükemmel olmadığı ve kutsal bir yönlendirmeye ihtiyaç duyduğu şeklindeki daha önceki varsayımdan vazgeçtikleri Aydınlama hareketiydi.Bu inanç yerine,doğadan ,insan oluşumlarının mükemmelliğe doğru ilerlemesini mümkün kılıcak kesin ilkeler çıkartma düşüncesi vurgulandı.Bu tür bir gelişme iin gerekli olan,kutsal esinlemelerden ziyade insan aklıydı.

Akıl Çağı,XVII yy dan itibaren ilerlemeye devam eti ve XVIII yy ikinci yarısının başlarında en güçlü zamanını yaşadı,Ama,bu andan itibaren filozofların,insan aklını tüm sorunlar için evrensel bir çare olarak değil,her türlü mükemmelikten uzak ve sadece bazı davranışların gerçekleştirilebilmesine imkan sağlayan bir araç olarak görmete başlamalaryla,dönem sonra erdi.Romantizm yeni ve daha yoğun bir akım olarak ortaya çıktı ve akıl duyuların efendisi olmak yerine  onlara hizmet eden bir etkene indirgendi.

Akıl çağı,dinsel ve metafizik yaklaşımların son bulduğu bu dönemde yükseldi.Yeni ve din dışı bir felsefe biçimi,üç önemli değişimin  sentezi olarak ortaya çıktı.

Birinci değişim,daha önce eleştirilmesine izin verilmeyen pek ok varsayımını reddedilmesini sağlayan yeni bir mantik yönteminin doğuşuydu.Bunun kuramcıları Descartes ( 1596-1650 ) ve Bacon ( 1561-1626 ) idi.Descartes ,doğruyu bulma arayışında, 1641 de yayınlanan Discours de la Methode adlı eserinde sıraladağı dört temel prensibi bir araya getiren değişik bir yöntem geliştirmişti.Bunların arasında en önemlisi '' gerçekten emin oluncaya kadar hiç bir şeyi doğru kabul etmemek,yani önyargılar ve acelecei kararlardan kaçınmak '' ilkesiydi.Yöntemi,'' her türlü problem,incelemek üzere mümkün olduğu kadar parçalara ayırma '' ve '' en basit  olan ile başlayıp,en karmaşık bilgiye ulaşıncıya kadaer,düşüncelerini  bir sıra dahilinde örgütlemek '' idi.Bu işlemde ,son bölüm '' düşünce akışını tamamladıktan sonra,gözden kaçan bir nokta var mı diye kontrol etmek'' idi.Bu yöntem mantık çıkarımları için bulunmuş en etkili metottu.

Ikinci değişim,Insan ve dopanın incelenmesinde bu akılcı yaklaşımın kullanılması halinde,insanın gelecekteki gelişimi konusunda belli başlı ilkelerin temel yasalar şeklinde ortaya çıkacağına  dair inanışın belirlemesiydi.Bu inanışı etkileyen o zamanda değin ,en geniş kapsamlı  ve en kalıcı fizik kanunlarını bulan Newton'un ( 1642-1727 ) başarılarıydı.Çağdaşlarının hayal gücüne etkisi ,Pope'un onun anısına yazdığı mezar yazısında söylediği gibi,inanılmaz ölçülerdeydi.
Felsefenin de bilim gibi benzer temel kanunlar dahilinde olabileceği yönünde  bir görüş bile vardı;bu görüşe göre ilerleme ve mutluluğun kanunlarıda yerçekimi ve dinamik yasaları gibi belirlenebilirdi.

Üçüncü değişim,bu kanunların mantıkla aydınlanabilmesi için başlangıç noktası olarak kullanılan kimi öngörülerin  doğuşuydu.Bu fikirlerin çoğu,Spinoza ( 1634-1677 ),Bayle ( 1647-1706 ) ve hepsinden önemlisi Locke ( 1632-1704 ) tarafından geliştirilmişti.Örneğin,Locke ,' Epistola de Tolerantia '' adlı eserinde dinsel hoşgörü için bir '' insanı aydınlıkta kör bir canavar gibi davranmaktan kurtaran insan aklı arasındaki bağlantıydı.Onun mantıklı ve ileri görüşlü yorumu,'' her insanın ruhunu geliştirme yolunun kendine ait olduğu ve öyle de bırakılması gerektiği '' şeklindeydi.' Hükümet Üzerine ikinci çalışma ' adlı eserinde,,temsilci kurumlar için teorik bir yapı da oluşturmuş ve hepsinden öte,orijinal ruh kavramını  temelinde sarsmıştı.Lock'a göre ,insan zihni boş bir levha gibiydi ve çevreden edindiği izlenimlerle,het insan bu levhaya ayrı şeyler yazıyordu.Bu sosyolojik yaklaşıma göre,insan sadece çevresine uyum sağlıyor,yani mantık tarafından bulunan temel kurallarla uyum içerisinde hareket ediyordu.

XVII yy da Akıl çağı Aydinlanma hareketi süresince en güçlü dönemini yaşadı ve merkez olarak Fransayı seçti.Huguenotlar 1685 teki gelişlerinin  hemen ardından çeşitli çıkışlarla,kilisenin eleştirelebilmesine  uygun bir ortam yarattılar.Fransa içinde,Aydınlanma Felsefesi,salonlarda tartışmayı sevem asiller sayesinde yayıldı.Aynı zamanda Ingiltere ile daha önceki karşılıklı etkileşimler de mevcuttu.1700 den sonra Locke'un seferleri Fransada yayınlandı; Voltair 1726 da Ingiltere'yi ziyaret etti ve Ünlü Encyclopedie,Chambers Ansiklopedisinin Fransız versiyonunu üretmeyi amaçlarken doğdu.

Aydınlana felsefesi,Fransaya yerleştikten sonra,Descartes,Newton ve Locke'un fikirlerini sentezleyerek,insan aklının hiç olmadığı kadar önem kazanmasına neden oldu.Ortak tema,insan mutluluğunun felsefenin asıl amaşlarından biri olduğuydu.Insanın bu yolda ihtiyaç duyacağı herşey kendi iinde gizliydi ve aklı sayesinde onları dışarı çıkartabilirdi.Böylece,Burlamaqui'nin '' Insanin mutluluğu bulmasının tek yolu aklını kullanmasıdır '' sözüne inanların sayısı arttı.Diderot ( 1713-1784 ) '' Bir Hristiyan için onur ne ise,bir filozof için de mantık odur ''diyecek kadar bu düşünceyi ileri götürdü.Mantık iki aşamada insanın mutluluğunu sağlayacaktı;önce insan doğasının temel özellikleri bulunacak ve incelenecek sonra da adım mükemmel bir toplum oluşturulacaktı.Turgot'ya göre ,bu yolla 'ınsan,ırkı belki yavaş,ama düzenli adımlarla mükemmelliğe doğru ilerleyecek '' idi.Bu gelişimin mutlak bir amacı vardı.Turgot '' Insanlığın bütün pürüzlerinden kurtulacağı '' aşamayı gözünde canlandırabiliyordu.Bu bakış açısı,Condorcet'nin şu sözlerinde de varlığını belli ediyordu: '' Güneş,kendi mantığından başka efendi tanımayan özgür insanın üzerinde doğduğunda,zaman gelmiş olacak ''

Bu yaklaşımın dini,siyasi ve iktisadi alanlardaki uygulamaları nelerdi ?
Filozofların gerçek amacı dini ortadan kaldırmak değil,Diderot'nun sözleriyle,'' Tanrıyı yüceleştirmek ve özgürlüğe kavuşturmak '' idi.Doğayı yönlendiren kutsal bir eldi ve böylece doğanın içinde değil onun üzerine ayrı bir yerde kutsal bir varlığın kabulünü onaylıyordu.Böylece Tanrı,yarattıklarının büyük kısmına acı çektirerek  zalim bir efendiden  ziyade ,akıllı ve yüce bir ruh olarak görülüyordu.Sonuç olarak,filozoflar insana doğuştan verilen bir ruh olmadığına inanarak,cehennem ve kader kavramlarını reddetmiş oluyorlardı.Voltaire '' Insan günahkar olarak doğmaz,hatalar yaptıkça kirlenir '' görüşündeydi.Geleneksel Tanrı kavramının başlıca savunucusu ise ,filozofların zayıflamasını dilediği kilise yönetimiydi.

Bazı yazarlar Locke'un teorilerinin etkisi altın,siyasal kurumlaru incelemeye koyudular.Turgot ,idari bilimlerin bu yöntemlerle daha da kolaylaşacağına ve '' sadece  normak bir mantığa sahip olan insanların erişebileceği düzeye geleceğine inanıyordu.Montesquieu  ( 1689-1755 9 kurumsal anazilinzi dikkatli bir gözleme dayandırarakdeğişik durumlar ve etekiler hakkında genellemeler yaptı ve en bilindik parçası güçler ayrılığı ilkesi olan kendi idealini bu genellemeler üzerine inşaa etti.Tüm yaklaşımı akılcılığı temel almıştı '' Mutlaka temel bir neden vardır ve kurallar,o ve diğer faktörler arasındaki ilişkiye dayanır..Kısmen fizyokratlara ait olan iktisat kuramları ise,'' Bırakın doğa yönetsin  ' kuralını savunuyordu.Bu ,liberak ticaret ve devlet müdahalesinin en düşük düzeyde olması  ( laissez faire ) anlamına geliyordu.Bununla birlikte,eğer devlet sorumluluklarından feragat etmeyecekse ,iç gümrük uygulaması,adaletsiz vergi dağılımı ve baskıcı esnaf birlikleri dikkatli bir siyaset ile ele alınmalıydı.Akılcılık,ortak ve sabit toprak vergisi ( impot unique ) ve tüm toprak kölelerinin özgürlüğe kavuşturulması konularında öncü oldu. Diderot, D'Alembert ,Quesnay  ve Le Mercier ideal iktisadi ortam yaratıldıktan sonra,hem nüfusun hemde refahın artmaya devam edeceğini düşünüyordu.Bu yönde bir gelişim,Huxley'nin Brave Newworld ( Cesur yeni dünya )  ve Orwell'in 1984 adlı eserlerinde bulunmayan geleceğe yönelik iyimserliği  ortaya çıkarmak üzere toplumsal uyum ve yeni siyasak kurumlarlar bütünleşecekti.

Fransız aydınlanmasını pratikte etkileri açıktır.Coğrafi açıdan Alman ve Avusturya ,Aydınlanmaları gibi bölgesel versiyonlar yaratmış ve Avrupa'da pek çok ülkeyi etkilemiş olsa bile,toplama bakıldığında çok sınırlı kaldı.Toplumun büyük kısmı bu gelişmelerin dışındaydı.Voltaire'e göre ,aklın üstünlüğü anlayışı sadece,insan ırkının düşünen bölünü yani binde birini etkilemişti..Hitap ettiği kesimin bu kadar düşük bir yüzde olması,Aydınlanmanın en büyük zaafıydı;çünkü Hristiyanlık ya da daha sonraki ideolojiler gibi geniş kitlelere hitap edememişti.Hatta sadece okumuş ve zengin grupların ilgilenmesi nedeniyler,ister  ilerici despotizm şeklinde olsun,ister geleneksel imtiyazların korunmasuun haklı çıkarılması şeklinde olsun.,Aydınlanmanın sağladığı fikirlerin uygulanması genelde amacından saptırılmış ve sulandırılmıştı .Mantığı temel alan bir felsefe,inanç yada duyguları temel alanların sahip olduğu avantajlardan yoksun oluşu nedeniyler benzer sonuçlarla karşılaşmıştı.

Hiçbir XVII yy filozofu akılcılığa doğrudan saldırmadı.Ama zaman zaman insan aklı hicivlere neden oldu; Voltaire'in Candide'i ve Swifft'in Güliverin Maceraları gibi.Hatta Aydınlanma bike,insan aklının mükemmelliğe ulaşmanın tek yolu olduğu şeklindeki genel anlayışı,sorgulayan düşünce akınlarını besleyerek,akılcılığı zor durumda bıraktı.Ingiliz Aydınlanması onsekizinci yüzyılın başlarında ütopyalar dönemini aştığı için,bu tür sorgulamalar Ingiltere'de yoğunlaşıyordu; Locke'un eserlerini bu kadar popüler yapan parlamento ve Stuartlar arasındaki çatışmalar,toplumun çoğunluğu   tarafından kabul edilen yarı monarşi rejiminin getirilmesi ile sona ermişti.Dinsel hoşgörü,Fransa'dakinden daha ileri düzeydeydi ve Ingiltere,tüm Avrupa ülkeri arasında,liberal iktisadi yapının ve laissez faire anlayışının kısmende olsa işlediği tek devletti.Pek çok Ingiliz yazar,bu somut başarıları  tatmin edici bir uzlaşma olarak görüyor ve mükemmel bir toplum arayışını sürdürme gereğini duymuyordu.

Böyle bir ortam,akılcılığın oynadığı rolü sonunda önemsizleştirdi.Ingiliz Aydınlanmasının en etkili yazarlarından olan David Hume ( 1711-1776 ),insan aklının ' ahlaki açıdan nötr '' olması yüzünden,iyilik için olduğu kadar kötülük içinde çalışabileceğini düşünüyordu.Insan gelişiminde en önemli faktörler ,ona göre deneyim ve tutkulardı : '' En cahil ve aptal köylülerin,bebeklerin ve hatta en vahşi hayvanların bile doğa kanunlarını yaşayıp,öğrenebileceği  ve deneyimleri sayesinde gelişebileceği kesindir diyordu.Akıl insanın sahip olduğu en önemli yeteneklerin arasında olabilirdi,ama '' tutkuların kölesisir ve öyle de olmalıdır '' diye ekliyordu,Diğer bir deyişle,akıl ancak özgül amaçlara ulaşmanın bir yoluydu.

Bu yaklaşımın sonuçları,akılcılığın bir darbe daha almasına yol açtı.Üstelik bunlar sadece Ingiltereye ve Hume'a özgü düşünceler değildi;aklın sınırları olduğunun düşünenler Fransa'da da çoğalmaya başlamıştı.Ama asıl öldürücü darbeyi vuran Hume'un 1739 da yayınladığı Insan doğası üzerine bir inceleme ve 1749 da yayınladığı Insanın Anlama Yetisi üzerine bir soruşturma adlı eserleriyd,i ve bunların içerdiğ fikirler ,insan aklının mükemmeliyete götüren bir araç olduğu tezine yerle bir etti.Bununla birlikte,Kara Avrupa'sında insan aklının yeniden incelenmesine zemin hazırladı; yüzyılın sonlarına doğru bu fikirler Kant'ın ( 1724-1804 ) kendi tezini oluşturmasına ve felsefenin yeni bir tartışma alanı yaratmasına neden oldu.

Akılcılık akımının gözden düşmesiyle birlikte başlayan yeni arayışlar Inanç Çağına bir geri dönüş yaratabilirdi;gerçekten de XVIII yy sonlarına doğru  bu yönde gelişmeler söz konusuydu,ama değişim Romantizm yönünde oldu.Geleneklere ve duygulara verilen önem arttı ve böylece edebiyatta yeni bri dönem açıldı.Jean Jacaues Rousseau ( 1712-1778 ) ve Burke (  1729-1797 ) gibi yazarlar bu dönemde duygusal öğelerin bolca yer aldığı eserler verdiler.Vurgulanması gerekir ki,her iki yazarda  kendi tezlerini akılcı yöntemlerle  oluştursalar da,insan aklının mükemmelliğe götürdüğü anlayşını asla benimsemediler.Rousseau doğa üzerinde yoğunlaşırken,Burke bir ulusun geleneklerinin bilgeliğini vurguladı.

Locke ve Voltaire gibi filozoflar insanın doğuştan kötü bir varlık olduğu fikrini reddettiler.Rousseau bu inancı aşırı noktalara taşıdı ve '' insanın,doğasında iyilik olduğunu '' iddia etti.Rousseau ,insanın anlamsız fikirler ve acımasız toplumsal kuramlar sayesinde özünü kaybettiğini savunuyordu.Bu anlamsız fikirler '' inancı ve erdemi yok ederken '' toplum da onun ünlü Toplum sözleşmesindeki paradoksu yaratıyordu : '' Insan özgür doğar ve sonra zincire vurulur '' .Rousseau'ya göre tek çözüm doğaya dönmek ve demokratik yönetimlerin en sade biçimi ile yetinmekti.Ancak bu yolla insanın  içindeki  doğal  iyilik mantığın kısıtlamalarından  kurtulabilirdi.Rousseau örneğin şehirleri '' Insan ırkının batakhaneleri '' olarak tanımlaması gibi,değişik yollarla maddi ilerlemelere karşı duyduğu nefreti belli etmişti.Aydınlanmanın en önemli inançlarından birine meydan okuduğu için,insanların aşağılamalarıyla ,karşılaştı.Voltaire ona yazdığı bir mektupta ''... insanın dört ayak üzerinde yürüyesi geliyor.Ama ben azından altmış yıldan beri emekelem huyunu kaybettim ve tekrar kazanmam da pek mümkün değil '' diye yazmıştı.Voltaire,Roussea'nun doğal iyilik arayışının temelsiz olduğunu düşünüyorsa da,aslında Rousseau mantıkçı görüşlerin hakimiyetinden kurtulmayı amaçlıyordu.'' Mantık denilen şeyin,herkesin kendi çıkarını gözetmesini sağlayan bir takım hesaplardan başka bir şey olduğunu sanmıyorum '' diyordu.

Burke '' Insan doğal olarak mantıklıdır '' inancı çerçevesinde,doğal  iyilikten çok doğal bilgelik kavramına önem verdi.Ama bu anlayış mükemmel kurumlar kurmakta kullanılan akılcılıktan olduka farklıydı,bu,geçmişteki bilgeliğin birikiminden oluşuyordu: ' Bizler insanların kendi mantık dağarcıklarıyla  hareket etmelerinden  yana değiliz; çünkü bu dağarcık çok küçüktür  ve ulusların yüzyılların ve devletin birikimlerine sığınmak daha mantıklıdır '' .Öyleyse niye mükemmelik arayışına girilmeliydi ? Bu sadece teoride kalmış bir yaklaşımdı ve teorilerde kendi içlerinde güvenilmez noktalar taşıyordu.'' Şeylerin oluşumlarının  doğası gereği,insanların yarattıklarının özünde bir zayıflık mevcuttur;ve bu zayıflık çoğunlukla siyasal mekanizmanın mükemmelleştirilmesi girişimine o kadar sıkı yapmıştırki,buradaki en ufak bir hata teorik mükemmeliyetçiliğin yol açacağı kötülüklere  karşı gerekli panzehir haline gelir '' Bu yüzden,gelişme ancak organik  anlamda,mümkündü.Burke'e göre ,toplumlar ilkeler üzerine  kurulmazlar,kendiğilinden gelişirlerdi.Bu gelişmenin yönünü değiştirme  girişimi ise ,sadece kalıcı zarar ve bozukluklara yol açardı.

Romanztimz farklı bakış açıları yarattı ve Aklıcılığın hakimiyetinin  yerine geçecek olan aşırı uçlara getirdi.Rousseau da Burke de romantikti,ama akıl çağındaki iki filozofa göre,birbirlerinden daha uzak görüşlere  sahiptiler.Rousseau mevcut toplumları eleştirirken,Burke onları organik bir gelişmenin ürünü olmaları nedeniyle savunurken,Burke devletleri organik bir gelişmeye izin vermeleri konusunda uyardı.En büyük farklılık ise,bu iki filozofun siyasi otoritelere karşı sergiledikleri tutumlardaydı.Rousseau insanların içindeki doğal güçlerin onları mevcut sisteme karşı baş kaldırmaya ve özgürlüklerini tekrar elde etmeye zorlayacağını düşünürken,Burke bu teoriyi saçma ve tehlikeli bularak,tüm bozukluklarına rağmen,parlamenter yönetimin temek alınmasından ısrar etti.

Böyle karşıt anlayışlara izin veren bir kapasiteye sahip olması,Romantizm'in farklı biçimler altından pek çok yönre kanalize olacağının habercisiydi.Bu kii zaman suistimallere de yol açtı,örneğin : Robespierre 1792-1794  yılları arasındaki Terör dönemi'ni haklı çıkartmak için Rousseaunun fikirlerini kullandı.Bazen de Romantizm,siyasal alanda devletin otoritesini pekiştirmek ve baskıcı siyasetler oluşturmak amacıyla çarpıtıldı.Ancak şu göz ardı edilemez; ister sanat yoluyla,isterse  XIX ve XX yüzyıllardaki modern siyasal ideolojilere  kaynaklık etmek  yoluyla  olsun,Romantizm insanların hayatını büyük ölçüde etkiledi.


Kaynakça: J.Lee Stephen Avrupa tarihinden kesitler 


No comments:

Post a Comment