Friday, July 17, 2020

DUNYANIN ILK KADIN OTOMOBIL YARISCISI HELLE NICE IN HAYAT HIKAYESI





Helle Nice ismi muhtemelen hiç kimse için bir şey ifade etmez.Kendisinin Grand Prix de yarışan ilk kadın olduğunu da bilmeyiz.Bu ilginç insanı size tanıtmaya çalışmak isterim.Bence başarılı bir kadın ve kadın olduğu için cezalandırılan bir kahraman .

Helle Nice ismi bir takma addır.Asıl adı Mariette  Helene Delangle olan kahramanımız 15 Aralık 1900 tarihinde Fransanın Eure et Loire bölgesinde ufak bir kasaba olan Aulnay sous Auneau da doğdu.Babası postahane memuru idi.Mariette 16 yaşında iken kızını tam bir yoksulluk içinde bırakarak öldü.O dönem Fransasında Taşra gençler için bir cehennemdi.Bu yüzden genç Mariette büyük umutlarla ışıklar şehri Parise gitti. Ancak Paris o yıllarda taşralı genç kızlar için zor bir şehirdi.Yaşabilmek için Monmartre daki ressamlara çıplak modellik yaptı.O yıllarda kabarelerin dekorlarının resimlerini ve afişlerini çizen ünlü ressam Rene Carrere ile çalıştı,ona modellik yaptı.Ressam ona bale ve dans dersleri aldırdı.Daha sonra ona Paris Kabarelerinde iş buldu.Güzelliği ve yeteneği ile kısa sürede çok ünlü oldu.Özellikle Casino de Paris deki çıplak şovu ülke sınırlarını aştı.

O yıllar savaş yılları idi,Amerikalı askerler paris gecelerinin en iyi müşterileriydi.Askerler Mariette’i o kadar beğenirlerki ona Helle Nice ismini takarlar.Aslında Ingilizce Fransızca karışımı olan Elle est Nice söylenişinin fonetik çevirisi olan Helle Nice .Aslında Mariette de Nice şehrini çok severdi.Böylece sahne ismi Helle Nice olarak kaldı.1926 yılında Robert Lisset ile Avrupa çapında bir turneye çıktı.Hem modellik den hemde dansçılıktan bir servet kazandı.1930 yıllarında başında bir eve ve bir yata sahip oldu.

Bu yıllarda,Helle Nice,I.Dünya Savaşı kahramanı ünlü pilot Henri Gerard de Courcel ile tanıştı.Bu karşılaşma onun hayatını derinden etkiledi.De Courcel hem madalyalı bir kahraman hemde bir otomobil yarışçısıydı.

Helle Nice daha 20 yaşında iken yani 1920 de ehliyet aldı.Bir kadının o yıllarda o yaşta ehliyet alması başlıbaşına büyük bir olaydı.Tabii De Courcel bu konuda ona yardımcı oldu.
1921 yılında Ingiltere’nin Surrey Brooklands’e gitti.Burada düzenlenen otomobil yarışmasına katılmak için başvurdu ancak kadın olduğu için red edildi.Resmi olarak izin almasada yarışa katıldı.Artık hız ve rekabet onun için bir tutku oldu.Bu duygusunu yaşamak için Alp disiplini kayak yapmaya başladı.
Sanat yaşamının en verimli dönemini yaşıyordu.Artık les Ailes de Paris de çalışıyor ve tüm gösteriler ağzına kadar doluyor,gazeteler ondan söz ediyordu.Bu dönemde kayak sporuna da devam etti.Henry de Courcelles ile Cote d’azur ve Alp dağları arasında sayısız geziler yaptılar.Ancak bir iniş sırasında Helle kaza geçirir ve dizinden sakatlanır.Bu hem kayakçı yaşamının hemde dansçılık yaşamının sonu oldu.

O yıllarda Paris tüm otomobil yarışçıları için bir merkezdi.Tüm yarışçılar ve araç firmaları Pariste toplanır,süreki düzenlenen yarışlara katılırlardı.Helle Nice,hızlı araba kullanabilmesi için araba yarışçısı olmak zorunda olduğunun bilincinde idi.Paris Jet Sosyetesinin düzenlediği bir araba yarışına katılmaya karar verdi.Helle 1927 yılında Talbot marka arabası ile Baule Grand Prix’sini katılan Charlotte Versignu kendine örnek aldı.Evet,Profesyonel bir yarışçı olmalıydı
2 Haziran 1929’da Helle Nice,Omega Six marka arabasının direksiyonunda Autodrome de Linas Montlhery Grand Prix’sini kazana ilk kadın otomobil yarışçısı oldu

2 Aralık’ta ,aynı pistte ,bir turda 197.70 km/s hıza ve yarışın 10 turunda ortalama 194km/s hıza ulaşan  Bugatti 35C5’i ile yeni kadınlar dünya rekorunu kırdı

Grand Prix’nin tek kadın pilotu olmanın şöhretinden yararlananarak,10 Ağustos 1930’da Amerika Birleşik Devletleri’nde bir yarış turuna başladı.Miller markasının Amerikan üretimi bir yarış arabasıyla sayısız yarışlara katıldı.Ancak katıldı 76 Grand Prix’nin hiçbirini kazanamadı.Bu arada Helle Nice,Lucky Strike’ın reklam yüzü olur.Artık tüm dünya onu tanıyordur.

Amerika’dan döndükten kısa bir süre sonra Champs Elysses ‘teki bir kafede Philippe de Rothschild ile tanıştı,arkadaş oldu.Büyük bir yarış tutkunu olan bu ikili çok iyi dost oldu.Rotschild,Helle’yi Bugatti’nin sahibi Ettore Bugatti ile tanıştırdı.Ünlü markanın sahibi,Helle Nice ‘i erkekler pilotlardan  oluşan yarıştakımına almaya karar verdi.Bu çok cesur bir karardı.Ama Helle Nice erkeklerle rekabet etmeyi çok istediğini söyleyince,takıma alındı.

Le Mans şehrinde düzenlene Bugatti Grand Prix’sinde üçüncü oldu.Daha sonra 1931 yılında yeni arabası Bugatti 35C ile Avrupanın en önemli beş Grand Prix’sine katıldı
Yıllarca Grand Prixlerdeki tek kadın pilot olmaya devam etti.Kullandığı Bugatti ve Alfa Romeo larla  zamanın ünlü yarışçıları olan Tazio Nuvolari,Robert Benoist,Rudolf Caracciola,Louis Chiron,Bernd Rosemeyer,Luigi Fagioli ve Jean Pierre Wilmille pilotları geride bıraktı

O yıllardaki tüm sürücüler gibi,Helle Nice ta yalnız Grand Prix de yarışmaz.Pek çok arazi  ve yol Rallilerinede  katılır .1936 yılında Monte Carlo Ralli’sine katıldı ve bayanlarda ortağı Mme Mratovinicjh ile birinci oldu.Kullandıkları araba basit bir Alsace V8 di.
1932 yılında Bugatti 35B10 ile Saint Raphael rallisine katıldı ve birinci oldu.Daha sonra Le mans ralllisini kazandı

10 Eylül 1933 yılında tarihin en trajik yarışlarından birine katıldı.Büyük Grand Prix öncesi son yarış olan Monza Grand Prix’si ‘ Autodromo Nazionale di Monza ‘ adlı pistte yapılıyordu.Yarış önce 3 ünlü yarışçı Polonyalo Kont Stanislaw Czaykowski,Guiseppe Campai ve Baconin intihar etti.Tüm yarış dünyası büyük bir şok yaşadı.1934 yılında Monza yarışına Alfa Romeo su ile katıldı.
1936 yılında Helle Nice iki Grand Prix yarışına katılmak için Brezilya’ya gitti.Sao Paulo Grad Prix’si sırasında ölüm döndüğü büyük kazayı yaşadı.Yarışta ikinci sırada seyrederken,önündeki Brezilyalı pilot Manuel de Teffe ondan daha yavaş ilerliyordu.Helle yanaşıp onu geçmeye çalışınca onun önünü kapatır.Önündeki araba ya çarpmamak için  direksiyonu seyircilerin arkasında durduğu saman balyalarına doğru kırar.160 km hızla giderken yaptığı bu hareket büyük bir kazaya neden olur.
Alfa Romeo,havalanır ve bariyeleri aşıp seyircilerin üstüne düşer.4 kişi ölü ve 30 dan fazla seyirci yaralanır.Helle Nice ta arabasından fırlar ve bir askere olanca gücü ile çarpar,Asker ölür,ancak Helle ağır yaralanır,bilinci kapanır.Hemen hastahaneye kaldırılır.Üç gün komada kalır ve iki ay hastahanede kalır.

Ancak bu kaza onu Brezilya’da bir halk kahramanı yapar.Birçok aile kız çocuklarına Helenice veya Elenice isimlerini koyar.Bugün Brezilyada pek çok kadın bu ismi taşır.Onun kadın olarak cesareti herkesi etkiler.Fakat,bu kaza,hiç açıklamasada onda derin izler bırakır.

Avrupaya döndükten sonra,yarış hayatına devam etmek ister.1937 deBüyük para ödülü veren  Trablus Grand Prix sine ve Mille Maglia katılmak istesede,kimseden destek alamadığı için katılamaz.Yacco firmasının deneme sürüşlerine katılmak için başvurur.Bu bir dayanıklılık yarışmasıdır ve Matford marka bir araba ile on gün on gece direksiyon sallar.On dünya rekoru kırar.

Sonraki iki yıl,Bugatti ekibine katılmaya umarak,pek çok ralliye katıldı.Grand Prix Picardie yarışının bir parçası olan Peronne pist yarışında Yvonne Simone’un arkasından ikinci olur.Ağustos 1939 da en iyi dostu ve destekçesi bir aracı denerken kendi evinde geçirdiği bir kaza sırasında öldü.Bu ölüm onu çok yıkar.Bu arada Avrupa da savaş başlar ve Otomobil yarışları sona erer.
6 Agustos 1939 Pazar günü dokuz ulusal rakibe karşı Renault marka arabası ile büyük bir zafer kazanır ve 1939’un şampiyonu olur.

1943’te Fransa işgal edilince,Helle Nice ve sevgilis Arnaldo Binelli,Niceteki evlerine çekilerek savaşın bitmesini beklerler.Hayallerini yarışlar süsler.

1949 yılına gelip herşey düzene girdiğinde Monaco da düzenlenen Monte Carlo Rallisine katılır.Yarışın başlaması için düzenlenen bir kutlama partisinde ,pek çok Grand Prix şampiyonluğu bulunan Louis Chiron,aniden salona gire ve Helle Nice’i bir işbirlikçi olmakla,Gestapo için çalışmakla suçlar.

O yıllarda,özellikle savaş sonu Fransada çok görülen bir suçlamaydı.Komşu komşuyu,karı kocayı işbirlikçilikle suçluyordu.Bu suçlamalar yüzünden pek çok masum insan acı çekti.Böyle bir suçlama Louis Chiron gibi popüler ve güçlü bir adam dan gelince,insanlar  inandı.Bu da Helle Nice’ın kariyerinin sonu oldu.Sponsorları onu terketti.Adi ve başarıları,Grand Prix yıllıklarından silinir.Tüm dostları ve tanıdıkları ona sırtını döner.Sevgilise ise parasının çoğunu alıp,onu terkeder.Kırsal kesimde fakirlik içinde yaşamasına izin verilir.Helle tamamı ile unutulur

Louis Chiron’un suçlaması hiçbir zaman doğrulanmadı.2004 yılında Helle Nice’ın hayatı  hakkında bir kitap yazan Miranda Seymour,eski nazi kaynaklarında onun hakkında hiçbir belge bulamaz.Helle hiçbir zaman Almanlara çalışmamıştır.Onu suçlayan Louis Chiron ise Alman Mercedes benz takımı için çalışmıştır.Tam bir Drefyus vakası diyebiliriz

Yirminci yüzyılın en büyük feministlerinden kabul edeline hell ;70 i üzerindeki araba yarışında başarı kazanmıştır.Toplumdan dışlanan Helle Riquier adlı bir işçi kasabasında yıkık dökük bir evde yaşar.Milyarların döndüğü araba yarışı sekötörü onu unutur.1984 yılında fakirlik içinde ölür.Cenazesini Çarkıfelek denilen eski sanatçılar derneği kaldırır.Cenaze için bile parası yoktur .
2010 yılında yazar Miranda Seymour ve Amerikalı hayramlaır ‘Helle Nice vakfını ‘ oluştururlar ve oturduğu sokağa ismini verirler.Bugattide arabalarından bir serisine onun adını verir.

Bu cesur kadını, saygı ile anmak en büyük görevimiz. Onun hayatını karartanları lanetlemek bize düşer. Rahat uyu rüzgarın kızı.




Thursday, July 16, 2020

ESKI MISIRLILAR NASIL SEYAHAT EDERDI ?





Genel olarak sanıldığının aksine,Eski Mısırlılar seyahat etmeyi çok severlerdi.Köylerle ‘ Nomos ‘ aını verdikleri il merkezleri  arasında merkezlerler kral sarayları  arasında  devamli bir gidiş geliş olurdu.Büyük dini bayrankarda Mısır’ın her yanından sayısız gezgin bir araya gelirdi.Koptos,Sile-,Sunu,Pi-Ramses ve Menfis gibi şehirler ise her mevsim ,seyahat edenlerle dolup taşardı.Bu gezginler Asya ve Nubya’daki maden ocaklarıyla taş ocaklarına ,bereketli topraklara doğru yola çıkarlar ve oralardan çeşit çeşit ürünlerle geri dönerlerdi.

Varlıklı olmayanlar için tek bir seyahat imkanı vardı: Yaya gitmek! Bunların üstleride başlarında pek bir şey olmazdı.Ellerinde bir değnek,bellerinin aşağısında bir peştamal,ayaklarında ise sandallar vardı.

Yolcuların en büyük korkusu ,sağda solda gezen askerlerdi.Bunlar,sırtında un çuvalı  taşıyan bir adam görünce  hemen saldırıp soyuyorlardı.Hatta ayaklarındaki sandaletleri bile alıyorlardıç
Eyaletlerin en büyük görevlisi olan ‘’ Nomarkhes ‘ lar bu kötülüklerin çnüne geçmek için gereken tedbirleri almaya çalışırlardı.Asyut nomarkhes’leriinde biri,yönetimi sırasında geceleyin yolda kalan bir yolcunun,yanında yiyecekleri ve keçileriyle rahatça uyuyabilmesini sağlamıştı.Yolcu bu güven duygusunu nomarkhes’in askerlerinin sağladığı korkuya borçluydu.Bununla beraber bazı Nomarkhes lerin aldıkları önlemlere bakılırsa  o dönemde haydutluğun  ve yolculuk tehlikelerinin epey yaygın olduğı anlaşılmaktadır.

Ülkede pek çok yok ve bir o kadar da kanal vardı.Nil de her kanal açılışında kazılan topraklar öyle yüksek setler oluşturuyorlardı ki,su taşkınları bunların üzerinden aşamıyordu.Mısırlılar yollarla birlikte kanalların bakımına özen gösterirlerdi.Kanallar arasındaki bentlerin üstü yaya trafiğine ,hayvan sürücülerinin geçmesine ve kayıkları yedeğe çekmeye yarıyorlardı.Eski Mısır dilinde Köprü anlamına gelen hiçbir kelimeye rastlanmamıştır.Bir köprünün resmi yanlızca Firavun I.Sethn’in zaferden dönüşünü anlatan bir resimde görülür.

İçinde Timsahlar kaynaşan  ve etrafı sazlarla kaplı olan bir gölün üstünde  köprü resmedilmiştir.Bu köprrü iki askeri binayı  birbirne bağlamaktadır .Bu binalardan biri Asya  diğeri ise Afrika kıyısındadır.Kuşkusuze,ne büyük  Nil nehri’nin üzerinde ve nede Delta’nın  ikinci derecedeki kolları üzerinde hiçbir vakit bir köprü mevcut olmamıştır.Kanalların üstünde ise taş ve tahta köprü sayoso yok denecek kadar azdır.

Insanlar ve hayvanlar bir kanalı ya da derinliği fazla olmayan bir bataklığı geçecekleri vakit suya girmekte tereddüt etmezlerdi.Mısırlılar’ın çoğu yüzmeyi bilirdi.Bunlardan bir kısmı timsahlardan korkmaksızın Nil'e dalar ve onun geçerlerdi.Fakat herkes buna cesaret edemezdi. 

Önemli kişiler için,kayık sahibi  olmayan kimselere suyu geçirtmek,tıpkı açlara ekmek,çıplaklara giysi sağlamak kadar kaçınılmaz bir görevdi.Teb’de ve diğer büyük kentlerde bu işi bir meslek olarak yapanlar da vardı.Zenginler yakın gidiş gelişler için uzun süre tahtıravan kullandılar.Bu gösterişliydi,ama yavaş ,masraflı ve az konforluydu.Taşıyıcılar yürürken adımlarını,bir şarkının ritmine uydururlardı.Bunu para için hatta boğaz tokluğuna yapmaktaydılar.

Yeni İmparatorluk döneminde,krallar ancak bazı törenlerden tahtıravana  bindiler.Firavun Harem’de kazandığı zaferleri kutlama şenliklerine böyle gitti.Normal zamanlarda  krallar da öteki yurttaşlar gibi çift atlı arabayı tercih ederdi.Araba ve atlar yeni yeni lüks sayılmaya başlanmıştı.Böyle bir araba sahibi olmak artık herkesin düşleri arasına girecekti.

Bu tür arabalardan,kral veya vezir saraylarına yapılan ziyaretlerde,teftiş gezilerinde ve av partilerinde yararlanılırdı.Bunlar,uzun yolculuklar için elverişli değildiler.Eski Mısır’da en rağbette olan taşıma aracı gemiydi.

Bir Mısırlı kutsal Abidos kentine hac ziyareti için yola çıkacağı vakit genellikle kalabalıkça bir filo halinde yola çıkardı.Yolcular önü ve arkası çok kalkık olan bir eski zaman kayağıma binerlerdi.Böylece yolculuğun dini amacı daha ilk bakışta anlaşılırdı.Hac yolcuları tapınaklarda kutsal eşya koymaya mahsus kutaklara benzeyen tıpkı bahçe kameriyesi gibi bir kamarada otururlardı.

Kürekleri ve yelkenli olmayan bu kayık,bağlı bulunduğu başka bir kayık tarafından çekilmekteydi.Mürettabatı sadece iki kişiden ibaretti.Bunlardan biri bağlama kablosuna gözcülük eder,gerektikçe onu uzatıp kısaltırdı.Öbürü de,iki dümeni idare ederdi.Bu dümenler ağaçtan yapılmaydı ve boyalıydı;her birinin en üst kısmında  yolcuların koruyucusu tanrıça hathor’un başı vardı.Çekici kayıkta ise,kayığın burnuna ve arkasına bir kablo ile sımsıkı tesbit ettirilmiş bir direk bulunurdu.

Kayığın ortasını bir kornişler süslü büyük bir kamara işgal ediyordu.Bunun duvarları boyalı motiflerle kaplıydı.Kıç tarafta bir oyuk içindeki dümen küçük bir direğe yaslanmıştı.Dümenci ,onu tek koluyla idare ederdi.

Suyun aktığı yönde gidildiği,büyük su yüzeylerinden geçildiği veya rüzgar olmadığı vakitler kürek çekmek gerekirdi.Kürekçiler on,on iki kişi,çok kere daha fazla olurlardı.Kaptan ön tarafta elinde tuttuğu büyük bir mızrakla suyun derinliğini ölçerdi.Kamara damının üstünde oturan ikinci kaptan elindeki kamçıyla zaman zaman tembel  kürekçilerin omuzlarını okşardı.Mürettabatı dümenci tamamlıyordu.

Eğer akıntıya karşı seyrediliyor ise,kayığın tek olan yelkeni açılırdı.Bu,dikdörtgen biçiminde ,eni boyundan fazla,iki seren arasında gerilir ve bir sürü iplerle idare edilen  bir bezdi.Kürekçiler,oturdukları banklardan kalkmazlardı.

Konut vermek durumunda olanlar ilerisini daha iyi görebilmek için iplere tırmanırlardı.Nil üzerinde  gidiliyorsa  yolculuk  bir dereceye kadar çabuk ve olaysız geçerdi.Fakat şayet her mevsim geçişe  elverişli olmayan kanallarda yolculuk edilecekse önceden bilgi almak gerekirdi.

Nil nehrini Nübye’ye kadar çıkmakta kullanılan kayıklar birer gerçek yüzen evdiler.Bunların,sancak,hem de iskele tarafında bir dümenleri olurdu.Yolcular ortada büyük kamarada otururlardı.Onun bitişiğinde atlar için de bir bölüm bulunurdu.Ayrıca,biri önder,diğeri arkada 2 kamara bulunurdu.

Eldeki resmili belgeler Nil Nehri’nden inip çıkan gemilerin sayısı hakkında kesin bir bilgi vermemektedirler.Zira Mısır dilinde gemi anlamına gelen sözcüklerin sayısı çok fazladır.Taş ocaklarında çıkarılan büyük blokların,dikilitaşların dev gibi heykellerin taşınmasında mavnalar kullanılırdı.Firavun III Tuthmosis’in heykeli götürülürken krallara layık bi tören yapılmıştı.Heykel tapınak gibi  özel bir yere oturtulmuş ve buhurdanlıkla tütsülenmişti.Onu taşıyan kayığı,ikinci bir kayık çekiyordu.

Hayvan ve tahol taşımak için özel olarak yapılmış gemilerde vardı.Bunlar rıhtımlara yanaştıkları  vakit ölçülü aralıklarla konmuş traverslerden oluşan bir eğik düzey uzatılırdı.Hamallar tek tek sıralanırlar ve şarkı söyleyerek gemiyi boşaltırlardı.

Yolculuğun sonunda gelindiğinde eğik düzey tekrar konulurdu.Hayvanlar,mallar rıhtıma indirildikten sonra tüccarla oraya bir masa,etrafı açık bir dolap getirirler,bir fırın yakarlar ve gemicilere ziyafet çekerek yolculuğun bitişini kutlarlardı.

Çöl,Mısırlılar’a daima korku ve bir ölçüde saygı telkin etmiştir.Atalarının Nil vadisi’ne gelip yerleşmeden önce onun hem enine,hem boyuna katetmiş olduklarını unutmuyorlardı.Büyük tanrılardan biri olan Min’in hüküm sürdüğü bölge Kızıldeniz ile Kaptos kenti arasındaydı.Onun kutsal sarayı buradaydı.

Bu,uçsuz bucaksız bu sahaya yolu düşecek bir yolcuyu her türlü tehlike beklerdi.Açlık ve susuzlukla diğer çok kötü rastlnatılar bunların başında geliyordu.Eskiden Nil Vadisi’ne yaklaşan ve sığırlara saldıran aslanlar kaybolmuştu.Fakat kurt,panter ve leopar hala vardı.

Heliopolis’in doğusundaki bölge ise kumun içinde gizlenen zehirli,dehşet verici yılanlarla doluydu.Yolcular sırtlarında insan başı olan garip yaratıklar,zürafa gibi uzun boyunlu yaban kedileri,kanatlı panterler,ok gibi dimdik kuruklu ve dört kçşe kulaklı tazılar görmüşlerdi.
Bunlardan başka soyguncu bedevi çetelerine de rastlanıyordu.Çölden geçenlerin güvenliğini sağlamak için Mısırlılar yer yer küçük tapınaklar yapmışlardı.Heliopolis’ten Kızıl Deniz’e kadar uzanan bölgedeki bu tapınakların biride bir grup heykel bulunmuştur.Bunların arasında III.Ramses’te bir tanrıça heykeli  de vardı.Her birinin üzerine kutsal yazılar kazınmıştı.Insanlar,bu yazıları okumasını bilmeseler bile,belki,onlara bakmaları,veya dokunmaları bile yeterli oluyordu.Böylelikler yolcular daha sonraki yolculukları sırasında tanrıların onları tıpkı kralları korudukları gibi koruyacaklarından emin olarak yollarına devam ederlerdi.Ne var ki,yolculardan bazıları ya tanrılaraın korumasını sağlamayı bilmemelerinden,ya da uğurlu bir rehbere düşmemiş olmalarından dolayo çölde kaybolmaktan kurtulamıyorlardı.

Dünyanın en eski haritaları da Mısır’da yapılmıştır.Bu haritalar taş ocakları ile altın madenlerinin  yerini gösteriyordu.Bunlarda,engebesiz araziler açık,kırmızı renge,dağlar ise koyu kırmızıya boyanmışlardı.Yolların üzerindeki ayak izleri yönleri göstermeye yaramaktaydılar.Bir şato resmi firavun Sethi’nin  bir dikilitaşla yerini belirlemek istediği harabeleri işaret ediyordu.
Çölün doğusundaki bazı bölgelerde çok değerli bir ağaç yetişiyordu.Bu da terebentin ağacıydı.Mısırlılar onun ‘ sonte ‘ adını verdikleri reçinesini tapınaklarda,saraylarda,evlerde yakıyorlardı.Kuşkusuz,tanrılar onların ta Punt’a ( Somali kıyıları )kadar giderek aradıkları günlükten daha çok hoşlanırlardı.Fakat buher zaman bulunmuyordu.O vakit onun yerine buhurluklardaki korun üzerine atılan terebentin reçinesi,tanrıların olduğu kadar insanların da burnuna hoş gelen bir koku çıkarıyordu.

Bu reçineyi aynı zamanda tapınakların avlularında hayvan keserken de yakarlardı.Yine bir çok kimseler bunu evlerinin havasını temizlemekte,haşereleri ve sinekleri öldürmekte ve tuvaletlerde kullanıyorlardı.Arılar terebentin koruluklarına çok düşkündüler.

Bu yüzden,o koruluklarda iki türlü dolaşırdı.Bunlardan,birinciler reçine toplarlar ve tapınakların bahçelerine dikmek için ağaç fidanları ararlardı..İkinciler ise yabani bal peşindeydiler.Bu bal çok tüketilen bir madde idi.III Ramses kervanların korkusuzca yolculuk etmelerini sağlamak için polis ve okçu birlikleri kurmuştu.Onlar sayesinde yolcu hiç de konuksever olmayan çölde kendini büyük bir güvenlik içinde hissederdi


ILK KADIN RESSAMIMIZ MIHRI MÜŞFIK HANIM




İlk kadın ressamımız  Mihri Müşfik,1885 yılında  Istanbul’da doğdu.Babası Askeri Tıbbiye’nin ünlü hocalarından Çerkes Mehmet Rasim Paşa idi. Yaptığı bir resim’i Sultan I Abdülhamit’e takdim edince,Istanbul’a yerleşen Fausto Zonaro’dan dersler alır.


On yedi yaşındayken bir  konser sırasında tanıştığı İtalyan müzik şefinin peşinden Roma’ya gider.Sahte pasaportla gittiği italya’da tanıdıklarınına yanında bir süre kaldıktan sonra Paris’e geçti. Montparnasse Bulvarı’ndaki adreste kiraladığı yeri hem ve ,hem de atölye olarak kullandı.Porter ve gravür ağırlıklı resimler yaparak ve evinin bir odasında aldığı kira ile geçimini sağladı.Kiracılarında birisi olan Bursalı Selami Paşa’nın oğlu Müşfik Selami Bey ( 1890 – 1952 ) ile evlenen  Mihri hanım,Mihri Müşfik Hanım adını kullanmaya başladı.


Italya ve Fransa’da çeşitli  sanat okullarında ve atölyelerinde eğitim gören Mihri Müşfik Hanım,dışavurumcu bir anlayışla özgün portreler yaptı.Çağdaş resim akınlarını yakında takip etti.Portlerinde kübizmin ve ekspresonizmin etkisi görüldü.En önemli eseri sayılan ‘ Naile Hanım ‘ portresini bu dönemde 1908 – 1909 yıllarını içeren uzunca bir süreçte meydana getirdi.Eser,İttihat ve Terrakki Cemiyeti kurucularından,eski  Viyana Elçisi, İstanbul şehreminlerinden ( Belediye başkanı ) Ali Rıza Bey’in annesi,Naile Hanım’ı betimlemektedir


Mihri Hanım ,Fransa ile borç anlaşması yapmak üzere Paris’te  bulunan dönemin Osmanlı Devleti Maliye Nazırı Cavit Bey ile bir davette tanıştı.Cavit Bey’in Maarif Nazırı’na bir telgraf göndererek Mihri Hanım’dan kızlar için açılacak güzel sanatlar okulunun kurulmasında yararlanılmasını önerince,Mihri Müşfik Hanım 1913 yılında Istanbul Darülmauallimat ‘da( Kız Öğretmen Okulu ) resim öğretmenliğine atandı.Bu okul,Müslüman halkın kızlarının devam ettiği en yüksek eğitim kuruluşu idi.Burada,öğrencilerini etkileyen ve sevilen bir öğretmen oldu.


1914 yılında kız öğrencilerin yüksek öğrenim görmelerine ve güzel sanatlar alanında yaratıcılıklarını değerlendirmelerin imkan vermek üzere ‘Inas Sanay-i Nefise Mektebi’ açıldı.Dönemin Maarif Nazırı  Ahmet Şükrü Bey ile görüşerek kız öğrenciler için Sanayi- Nefise Mektebi’nin kurulmasını isteyen Mihri Müşfik Hanım’ın okulun açılmasında,büyük katkısı oldu.


Mihri Hanım,bu kurumun resim atölyesine öğretmen oldu ve matematikçi Salih Zeki Bey’den sonra Ömer Adil Bey ile birlikte okulun müdürlüğüne getirildi.Inas Sanay-i Nefise’nin ilk kadın yöneticisi olan Mihri Hanım’ın ,kızları açık havada resim yapmaya ,modelden çalışmaya ve kadın ressamları ilk kez toplu bir sergi açmaya teşvik etti.Pek çok kadın ressamın yetişmesinde katkısı oldu.Nazlı Ecevit,Aliye Berger ve Fahrelnisa Zeid bu ressamların arasındadır.


Istanbul’da bulunduğu dönemde Ibrahim Çallı,Hikmet Onat,Fikret Adil,Namık Ismail gibi ressamların yanı sıra Tevfik Fikret ile dost oldu.Edebiyat ı Cedide şairlerinin yazdıklarını resimleyerek bir ‘ Edebiyat ı Cedide Resmi ‘’ yarattı.


Mihri Müşfik Hanım,şiirleri resimlemenin yanı sıra Edebiyat ı Cedideci şairlerin portrelerini çizdi.1915’te Tevfik Fikret’in ölümü üzerine yüzünün kalıbını alarak heykelini yaptı.Bu,Türkiye’de yapılan ilk mask çalışmasadır.Mask,Aşiyan Müzesi’nde sergilenmektedir.




1919 yılında aniden İtalya’ya gitti.Bu ani seyahatin nedeni,Istanbul işgal edilince,kendisinin İttihat ve Terrakki Cemiyeti üyeleri ile olan ilişkileri nedeni ile tutuklanma korkusu idi.Mihri Hanım’ın bu dönemde Hüseyin Cahit ve Cavid Beyleri ziyaret etmesi,basında aleyhine yazılar çıkmasına neden oldu.Bu kargaşa döneminde bir yıl için gittiği İtalya’dan geri döndüğünde,iki yıl daha Inas Sanay i Nefise’de ders verdi.Bu arada kötü alışkanlıklar ve sosyal çalkantılar nedeniyle Mihri Müşfik Bey ile yürümeyen evliliği boşanma ile sona erdi.


Mihri Hanım,1922 yılında,Yunan ordusunun denize dökülmesinin ardından Mustafa Kemal’i  mareşal üniformasıyla ayakta canlandıran yaklaşık Üç metre yüksekliğinde bir portresini yaptı ve Çankaya Köşkü’ne götürerek kendisine sundu.Bu Cumhuriyet ilanından sonra bir Türk ressam tarafından yapılan ilk Atatürk portresi’dir.Daha sonra Yugoslvya Kralı Alexandera hediye edilen bu tablo,II.Dünya savaşı sırasında Belgrad Sarayı’nın bombalanması sırası kayboldu.Ancak,1990 yılında bulundu.


1922 yılını sonuna doğru yeniden İtalya’ya  gitti.Portreler yaparak uzun süre yaşamını sürdürdü.Konu olarak hep ünlü kişileri seçti.İtalyan Şair Gabriele d’Annunzio ile birlikte olduğu dönemde onun aracılığıyla birkaç kez  Vatikan’a kabul edildi  ve Papa’nın bir portresini yaptı,ayrıca bir kilisenin fresklerinin onarımında çalıştı.Vatikan’da ilk kez bir Papa,başka dinden bir kadın ressama poz vermiştir.Bu tablo yeni Papa’nın seçimine kadar Vatikan Müzesi’nde kaldı.


Italya’dan sonra Paris’e geçen Mihri Hanım,bu dönemde ‘’ Çingene ‘ isimli tablosunun Louvre Müzesi’ne kabulü ile mutlu oldu( eserin  bir Kopyası Istanbul Resim ve Heykel Müzesi’ndedir )ancak kızkardeşi  Enise Salih Hanım’ı ve yeğeni Hale Asaf’u kaybettikten sonra Paris’te yaşamak istemedi.Ülkesinde ise  özel problemleri olmasından ötürü ABD’de yaşamayı tercih etti.Fransa’nın Le Havre limanında hareket eden Carmania gemisi ile 1927 yılının Kasım ayında New York’a ayakbastı.Bir süre Newyork,Washington,Chicago’da üniversitelerde konuk resim akademisyenliği yaptı.Zengin Amerikan ailelerine özel dersler vererek geçimini sağladı.



26 Aralık 1928 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin haberine göre New York’un George de Maziroff Galerisi’nde bir kişisel sergi düzenledi.16 Temmuz 1932’de  Manhattan’da Salvatore Virzi ile evlenip;1943 yılında Amerikan vatandaşı olmuştur.Yaşlılığı  yoksulluk içinde geçti.1954’te New York’ta hakkın rahmetine kavuştu.


ILK KADIN RESSAMLARIMIZDAN HALE ASAF'IN HIKAYESI



Bu yazımda Genç Cumhuriyet’in ilk kadın ressamlarından Hale Asaf’tan söz etmek isterim.Tabii onun hikayesini anlamak içinde  Cumhuriyetin ilk yıllarının Sanat dünyası hakkındada bilgi vermek gerekir.


Türk resim sanatının etkileyen en önemli etmenlerden biri, kuşkusuz eğitimdi… 1883 yılında açılan ‘ Sanayi –i Nefise Mektebi ( 1928 yılından sonra Güzel sanatlar akademisi ismini alacaktır ) ile 1914 yılında açılan Inas ( Kız ) Sanay i  Nefise Mektebi’nde verilen resim eğitimi,1910 lu yıllarda  Avrupa’da eğitim gören Nazmi Ziya, Avni Lifij, Namık İsmail, Feyhaman Duran, Ibrahim Çallı ve Hikmet Onat gibi ‘ izlenimci ‘ ressamların etkisi altındaydı… Bu kuşak sonraları,’ 1914 kuşağı ‘ olarak ta anılıcaktır..


Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak  bu hocaların atölyelerinden mezun olan genç ressamlar,1929 yılında kurulucak olan ‘’ Müstakil Ressamlar ve Heykeltraşlar  Birliği’ nin kurucuları arasında  yer alacaklar;çağdaş  Türk resim sanatında ve heykelde,dışavurumculuktan  kübizme dek ,kendilerini farklı eğilimler içinde ifade edeceklerdir..


Cumhuriyet’in ilk yıllarında  eğitimin ve sanatın  çağdaş bir kimliğe  kavuşması yolundaki çabaların  içinde,kadın sanatçıların işi,erkeklere göre daha zordu.Bu zor yaşamı seçenler arasında,Cumhuriyet’in ilk kadın ressamı olan Hale Asaf ve onun gibi ,daha bir çok kadın ressamın yetişmesine öncülük eden ilk kadın ressamımız Mihri Müşfik de bulunuyordu.

Şimidi ,kesişen yolları ve ‘ kaderleri ‘ ile,sanat tarihimize geçen bu iki kadın ressamın yaşamlarına bir göz atalım…


Hala Asaf ,Askeri Tıbbiye Reisi Rasim Mehmed Paşa’nın kızı Enis Hanım ve Yaver Asaf Paşa’nın oğlu Salih Bey’in kızı olarak,1905 yılında Kadıköy’de dedesi Rasim Mehmed Paşa’nın konağında  dünyaya gelir.


Küçük Hale çocuk yaşında ciğerlerinden hastalanır.Daha beş yaşındayken ameliyat olur ve ciğerindeki kistler alınır.Fransız Lisesi Notre Dame de Sion’da  eğitim gören Hale Asaf,ilk resim derslerini ilk kadın ressamımız  olan teyzesi Mihri Müşfik’ten alır.

1919 yılında Roma’ya teyzesi Mihri Müşfik’in yanına resim eğitimi için gittiğinde,Hale Asaf henüz on dört yaşındadır.Ertesi yıl Paris’e Montparnasse’a giderek ressam  Namık Ismail’İn öğrencisi olur.Hale Asaf 1921 ylında da Berlin Güzel Sanatla Akademisi’ni kazanarak Prof.Arthur Kampf’ın yanında öğrenciliğe başlar.Prof.Kampf,Hale Asaf’ın resimlerinin Berlin’in ünlü sanat dergilerinde yayımlanmasını sağlar.


Hale Asaf,1923 yılında Isviçre’ye mühendislik okumaya giden ancak parası kalmadığından,Konsolos Rıza Bey’in bulduğu burs ile Almanya’ya gelerek afiş ve desinatörlük eğitimi almak için ,Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydını yaptıram Fikret Mualla ile sınıf arkadaşı olur.

Tıpkı kendisi gibi Paris’te  yaşamı sona erecek olan ressam Fikret Mualla,Hale Asaf’a aşık olur.Ancak aşkına karşılık bulamayan Mualla,sınıf arkadaşlarından bir Alman kızını sevdi.Hatta kendisi,desinatör bölümünde iken,sırf onun ile beraber olabilsin diye sınıf değiştirmiştir.Karşılıksız bir aşk.

Berlin’de yaşadığı 1921 ile 1924 yılları arasında tekrar  hastalanan Hala Asaf’ın bir göğüsü alınır.

Bir çok ressamın başına gelen Hale Asaf’ın da kaderidne vardır:  Babası Mısır’a yerleşince,Hale de para sıkıntısına düşer ve 1924 yılında Türkiye’ye döner…


Nisan  1924 yılında Inas Sanayi i Nefise Mektebi’ne giden Hale Asaf ,burada Ömer Adil bey ile Feyhaman Duran’ın,daha sonra da Sanay-i Nefise Mektebi’nde,İbrahim Çallı’nın öğrencisi olur.

Babası Salih Bey’in Mısır’a gitmesinin ardından Hale Asaf’ın  anne ve babası ayrılmıştır.Annesi Enise hanım tedavi olmak üzere gittiği Isviçre’de veremden ölür.


Hale Asaf ,1925 yılında Sanay-i Nefise Mektebi’nden  mezun olduktan sonra,Maarif Vekaleti tarafından  ( Milli Eğitim Bakanlığı )  Almanya’ya gönderilir.Münih’te  Lovis Corinth’in öğrencisi olan Hale Asaf,1926 yılında İtalya ya gidip ameliyat olur.Aynı yıl Temmuz –Ağustos  aylarında  Istanbul’da açılan  Galatasaray Sergileri’ne ,yaptığı portrelerle katılır.


Seramik sanatçısı Ismail Hakkı Oygar ile evlenen Hale Asaf,13 Ağustos 1928 tarihinde Cevat Dereli,Muhittin Sebati,Refik Epikman,Mahmut Cuda,Ratip Aşir Acudoğlu ile Paris’tne Istanbul’a döner.

1928 yılının Eylül ayında Hale Asaf,Bursa Kız Öğretmen Okulu’na resim öğretmeni olarak  atanır.Ayrıca Bursa Necati Bey Kız Sanat Enstitüsü’nde  Fransızca dersleri vermeye başlar.

Öğretmenliği sırasında yaptığı Bursa peyzajlarıyla ünlenen Hale Asaf,çağdaş bir kadın sanatçı olarak  Bursa’da biraz sıkıntı yaşar.Çorapçılar Çarşısı’nda resim yaparken meraklıların kuşatması sırasında bayılan Hale Asaf,Bursa’yı terk eder….


Ankara Etnografya Müzesi’nde 15 Nisan 1929 tarihinde açılan I.Genç Ressamlar Sergisi’ne katılan Hale Asaf,15 Temmuz 1929 tarihinde kurulan ‘’ Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’nin ‘’ kurucular arasında yer alan tek kadın sanatçıdır.


1 Aralık 1929 tarihinde Istanbul Güzel Sanatlat Akademisi’nde öğretim üyesi olan ressam Mahmut Cuda ile görev değişimi  yapan Hale Asaf,eski hocası  Namık Ismail’in  yanında öğretmen yardımcısı olarak çalışmaya başlar.


1931 yılında tekrar Paris’e giden  Hale Asaf göz ameliyatı olur.Paris’te yaşamının sonuna dek  birlikte yaşayacağı  Italyan Edebiyatçı  Antonio Aniante ile tanışır.Fransa’da bulunduğu dönemde resim  çalışmalarını  sürdüren  ve birçok sergiye katılan Hale Asaf,tıpkı teyzesi  Mihri Müşfik gibi,geçin sıkıntısı içine düşer.


1935 yılından başlayarak ilerleyen hastalığı sonucunda ,1938 yılında hastahaneye yatar.Hale Asaf kanserdir…. Bir zidi ameliyat geçirsede,hastalığı daha da kötüleşir.31 Mayıs 1938 sabahı yaşamına son veren Hale Asaf,Thiais Mezarliğı’na gömülür.Ölümünden çok sonra mezarı Nice’e taşınır.

Genç Cumhuriyet’in ilk kadın ressamlarından oldn ve pek az yapıtı günümüze ulaşan;portrelei,Paris ve Bursa peyzajlarıyla tanınan,Matisse ve Dufy ile birlikte çalışmış olan Hale Asaf’ı rahmetle anıyoruz.O pek çok genç ressama örnek olmuştur

Monday, July 6, 2020

BEKÇİ BABA 'NIN HIKAYESI







Bugünlerde söz konusu olan, gündemi oluşturan Bekçiler hakkında yazmak istedim. 


Bekçilik tamamı ile mahalle hayatının bir parçası  ve  en önemli ve vazgeçilmezi idi. Tabii eski bekçiler ve günümüz bekçileri arasında büyük farklar vardır. Bakalım eski den Bekçiler nasılmış ?

Ünlü Gazeteci Yazar Rahmetli Hikmet Feridun Es in kaleminden bir anıyı aktararak başlamak isterim.

‘ İsmet İnönü, Yunanistan Cumhurbaşkanı Çaldaris’in davetlisi olarak gittiği Yunanistan’dan yeni dönmüştü. Muhittin Üstündağ , Paşa’ya Süleymaniye Külliyesini gezdirmek istiyordu. İnönü çocuk gibi sevindi:

‘’ Aman ne iyi….Ben de yıllarca oturduğum eski mahallemi görürüm.. Gözümde tütüyor zaten…. ‘’ dedi.

Ve yola çıkıldı. Bir ihbar nedeni ile polis İnönü’nün etrafında çok sıkı güvenlik  önlemleri almıştı. Üniversite’nin yanındaki sokaktan otomobillerle geçildi. Süleymaniye Meydanı’nda meşhur Tiryakiler Çarşısı kahvelerinin  ( Bu gün restoran ve turistik eşyalarının satıldığı dükkanların olduğu yer )tam önünde indiler…Halk kaldırımlara  yığılmıştı. Millet omuz omuza idi.Polis, kuş uçurmuyor, kimseyi Paşa’nın yanına yaklaştırmıyordu…Ama Süleymaniye’den Vefa’ya sapan sokağın başına gelince, İnönü birdenbire şaşkınlıkla taş kesildi. Kalabalık arasında oldukça perişan kılıklı bir ihtiyara hayretle bakıyordu. Adam kaldırımdan inip, İnönü’ye doğru koşmak istedi. Hemen durdurdular. İnönü, Üstündağ’a bir şeyler mırıldandı.

Muhiddin Bey polislere seslendi :

‘ Bırakın gelsin…Paşa hazretleri istiyor kendisini… ‘’

Ve ihtiyar fırladı . Arkasından da bekçi kıyafetli bir adam.. Ama onu durdular.. İnönü ,o kadar memnun olmuştu ki, ağızı kulaklarında :

Mehmet Ağa! .. Sensin !.. Hemen tanıdım … ‘’ dedi.

İhtiyar rahat bir şekilde cevap verdi.

‘’ Aşk olsun İsmet Paşa…Nasıl tanımam ? Ben Mehmet Yahu… Bekçi Mehmet değil miyim ?

Anlaşıldı ki, Mehmet Ağa yıllar içinde duyma yitişini kaybetmişti.

Başbakanın ve  Bekçi Mehmet duymakta zorluk çektikleri için bağıra bağıra konuşuyorlardı. İsmet Paşa, yüksek tonlardan Vali Muhiddin Bey’e anlatıyordu :

‘’ Bu adam… Bizim mahallenin Bekçisi.. Meşhur Mehmet Ağa ..Çok emeği vardır ..’’

Mehmet Ağa, bir ara duvar kenarından geçerken kireçlenen Paşa’nın kolunu kendi eliyle ve hiç sormadan silkeledi. Ortamda inanılmaz bir samimiyet vardı. İnönü yüksek sesle:

Senin bir oğlun olacaktı.. Dur bakayım .. İsmi ne idi ,İsmi ? … Paşa !..

İhtiyar da yüksek sesle cevap vererek:

Yoooo… Biz paşa derdik ama… Asıl ismi Mahmut Şevket …. ‘’

‘’ Tamam.. Tamam.. Nerede  Mahmut Şevket Paşa ?’’

İhtiyar karşıdaki kaldırımı işaret etti. Mahmut Şevket Paşa orada idi…..

İşte Orada …’’ Sana Paşayı gösteriyim de git, elini öp dedim ama ..Çocuğu bırakmadılar ki ..Gelsin de İsmet Amca’sının elini öpsün !...’’



Sonra, Paşa’nın iznini bile almadan, karşıki kaldırıma: ‘ Gel…Gel..’’ diye el salladı. Bekçi Mahmut Şevket Paşa, kordonu yararak koşup geldi. Amcası İsmet Paşa’nın elini öpüp başına koydu. Başbakan yüksek sesle  sordu :

‘’ Sen de, baban gibi birinci sınıf bir bekçi misin bakalım ? Baban dehşet bir  adamdı …Ona sormadan mahalleden kuş uçmazdı ..’’

Bekçi Mahmut Şevket’te  Paşa ya yüksek sesle

’Ben de öyleyimdir Paşam… Asla Uçurmam ..’’dedi.



Paşa gene  yüksek sesle sordu:

‘’ Neyi uçurmazsın ..’’

Bekçi Mahmut Şevket:

’Kuşu uçurmam Paşam… ‘’

Babası hemen imdadına yetişti, Paşa’ya

‘’ Onu seni gibi, kılıçlı subay yapacaktım…Ama olmadı.. Benim gibi aynı mahallede bekçi oldu.

Sayende, onlara elbise verdiler.. Cefasını biz çektik. Sefasını onlar sürüyorlar.. ‘’Dedi

Bekçilere ait yazıya Usta Feridun Es ‘den alıntı eski bir bekçi anısı ile başladım…

Bekçi bir mahallenin eli ayağı idi .İsmet İnönü’nün dediği gibi, mahalleden uçacak kuşlar bile ondan izin almadan uçamazdı….

Bekçi ,öncelikle mahallenin yöneticisi.. Her şeyi muhtardan değil, Bekçi den sorulurdu .Bütün ömrünü aynı  mahallede geçirdiği için, bölgesinde doğanları, nesil nesil tanırdı. Semtin bir arşivi hatta nüfus dairesi idi.

Yalnız görevi bekçilik miydi ? Hayır ! O zamanlar , İstanbul’daki evlerde akar su yoktu. Mahallenin suyunu Bekçi Baba temin ederdi. Yani hem bekçi hem saka idi. Evlere kova kova su taşırdı. Sopasının yanından sarkan kovalarla…İki kova bir dönüm. Ve Bekçi Baba, kapı kenarına, bir çizgi çizerdi…İsterseniz, bunlardan on tanesini silebilirsiniz.. Aramızda tekli mi var ? İsterseniz, hiç para vermeyiniz. Canınız sağ olsun..

Yalnız Mahallenin suyu değil. Mahallenin namusuyla da sorumluydu.

Aşk hikayelerinin  tamamen yasak olduğu o günlerde, Bekçi Baba tam bir sevda dedektifi idi. Ahmet Ümit’in romanlarının kahramanı  Nevzat Komiser gibi idi.

Tüm sevda kelepçelerine, önlemlerine rağmen, aşıkların ne tur numaralar çevirdiğini çok iyi bilirdi.. Mahallede, kadın çarşafına girip, peçe örtüp, sevdiği kadını evine giren çapkınlara kadar… Bekçi Baba dan kaçmazdı. İzini buldumu? Vay haline !..

Zina baskınlarını en önünde giden heyetin, en başında Bekçi Baba.. Baskın heyetinin İcra Kuvveti…Ve yanında 2 tane kalın bel kayışı…Baskında ilk iş olarak, Bekçi, sokak kapısını dışarıdan bu kayışlarla sıkı sıkı bağlardı. Günahkarlar kaçmasın diye .Bekçi Baba’nın yanında İmam Efendi ve mahallenin tulumbacıları-kabadayıları.. Sonra, suçlularla iletişime geçilir ve dışarıya çıkarılırlardı…Böyle Mahallenin namusu kurtulurdu..

İşi, sakalık, aşk hafiyeliği v.b hiç bitmezdi. Çıralar gibi yanan o zamanki tahta mahallerin en heyecanlı anonsunu yapan, yangını haber veren gene Bekçi Baba idi.

‘’ Yaaaa… Gınnn.. Vaaaaar..Çukurbostan daaaaa …Kargauçmaz çıkmazındaaaaaaa ‘’

Bu anonsu bekçi elindeki davulu çalarak yapardı…Ama hep böyle dehşet anları olduğu kadar zevkli anları da Bekçi Baba davulu ile haber verirdi.

‘’ Ramazan geldi…Hoooş geldi.. Baklava tepsisi booooş geldi ‘’diye sokak sokak, bir neşe rüzgarı gibi dolaşırdı….. Bayramla da da öyle,.. Çocuklar için, Bekçi Baba, Doğunun Noel Babası idi.

Fakat Bekçi Baba’nın en heyecanlı davul anonsları seferberlik günlerinde idi. Karanlık bir gecede sokakta  Bekçi Baba’nın seferberlik için yaptığı çağırı herkesi korkuturdu.

Sadece hükümet mesajları değil, özel mesajlar da Bekçi Baba vasıtasıyla yerine getirilirdi…Vakti gelmiş hamile hanımın arkadaşı, kafesi tıkırdatır ve seslenirdi :

‘’ Bekçi Baba..Bekçi Baba …Huuuu! Ayşe hanım’ın ağrısı tuttu ayol… Koş Ebe’yi çağır ..’’

Yahut ağırlaşan bir hasta…. Yine kafes arkasında Bekçi Baba’ya

‘’ Bekçi Baba… Kurşuncu Hafize Molla’yı getir..Gelsin, kurşun döksün…’’

Böylece, mahallede sıhhi imdat vazifesini de gören Bekçi Baba ailenin bir üyesi idi.

Doğum mu ? Bekçi Baba elinde sürahi sürahi lohusa şerbeti, ev ev dolaşırdı….Sünnet mi var ? Bekçi Baba, elinde zerde pilav çanağı, evin kapısında otururdu.. Evlenme mi ? ..Bekçi Baba ,kapıda…Cenazemi var ? Yine aynı iskemlede, ve kapıda Bekçi Baba…Tüm cenaze hazırlığını yapar..Uzatmayalım !.. Mahallede oturanın mezarına,kürekle ilk toprağı atan yine Bekçi Baba..Daha ne işler vardı Bekçi Baba nın..Kış başında odun mu adınız…Gelir 3 katır yükünü döküp giderdi,hatta keser,istiflerdi..

Yaşantımızın bir parçası idi.

Bazen doğduğu gece koşup Ebe hanımı çağırdığı bir kızın, evlenirken, kapısında  beklerdi..Sanki kendi kızı evleniyormuş gibi..Ve aynı genç kız,’ Ince hastalık ‘ dan öldüğü zaman aynı adam aynı kapıda beklerdi! Çok geniş bir ailesi vardı. Hastalanırsa ,hele bekarsa,tepsi tepsi yemekler.. Kandillerde helva.. Bayramlarda elbise..Muharrem ayınd Aşure, kokusu yayılan yemek kapalı sahanda verilirdi Bekçi  Baba’ay…

Mahallesinde çocukları doğurtan, gelinleri ,damatları sokak kapısında  karşılayan Bekçi Baba’Ya ne  maas verilirdi ? Hiç maaş  verilmezdi, silahlarıda  yoktu..

Ellerinde Sadece bir sopa vardır.

Bekçi Sopası… Kullanılmaktan aşınmış ve cilalanmış….Bekçi her işini bu sopa ile görürdü.. Hırsızları bununla kovalayacaktı. Bununla ,gece ev  halkı ile adeta   konuşucak   ‘’ Ben buradayım ! …. Bekliyorum sizi !..’’ diye onlara huzur  verecekti.. O zaman düdük yoktu…  Insanlar   Bekçi Baba’nın sopasının koca taşlar üzerine çıkarttığı sesler ile onun geldiğini anlarlardı.

Eski tecrübeli bekçiler, o koca taşların üstünde, o koca sopayı adeta bir müzik aleti gibi kullanırlardı .Keman gibi sesler çıkarırlardı !... Yıllarca, aynı sokakta sopa patlattıkları belirli taşlar vardı…. Bu taşlar hafif bombeli ,üzerine sopa indirilince ,tek tek ses çıkaran daha kocaman taşlardı…. Oradan geçerken Bekçi Baba, sopayı vurmayı asla unutmazdı. Bekçi mahallenin taşlarını bile bilirdi.

O zamanlar evlerde hatta sokaklarda elektrik yoktu. O  zamanlar, yalnız büyük caddelerde havagazı  fenerleri vardı….Öteki sokaklar kapkaranlıktı…. Bu karanlık içinde, düşmeden  yürümek bile işti….Bekçiler yollara çaktıkları beyaz taşlardan karanlık gecede yollarını bulurlardı..





Karanlık bastıktan sonra, sorumluluğu daha da artardı. Hırsızlar, kanunsuzlar bu  saatlerde  ortaya çıkardı. Bekçi tüm gece mahallesini savunurdu.

Bekçilik teşkilatı Cumhuriyet ile beraber modernleşti. Uniformalı, tabancalı olarak geceleri gene mahallerimizde dolaştılar. Sopanın  yerine düdük ile haberleşir ve ben buradayım  derdi. Bir ara kaybolan Bekçi teşkilatı daha donanımlı olarak geri döndü. Gene geceleri güvenliğimiz için sokak  sokak  dolaşıyorlar.

Gecmişteki tüm bekçilerin ruhu şad olsun……….











OSMANLI IMPARATORLUĞUNU RESIMLERINDE YAŞATAN INGILIZ RESSAMLAR





Bu yazımı İngiliz ressamlara ayırdım, duvarlarımızı süsleyen pek çok gravürü ve resmi yapan bu insanlara çalışmalarından dolayı, yazıma başlamadan teşekkür etmek isterim.

Osmanlı İmparatorluğu’nda güzel sanatlardan ‘ Hat sanatı, sülüs, nesih, talik ve Kufi yazı olmak üzere büyük bir gelişme görülmüşse de, bütün Müslüman milletlerde olduğu gibi Türkler ’de de resim ihmal edilmiştir. Bunun dini açıklaması yani resim ve tasvirin yasak olduğu gibi düşünceler bunda etkili olmuşsa da, bazı yabancı ressamların gelip Osmanlı Topraklarında çalışmasına da izin verilmiştir. Bunun en canlı örneği de Gentile Bellini’nin yapmış olduğu Fatih Sultan Mehmet tablosudur. Tabii, Ressamın bir davet üzerine gelip gelmediği veya hayali bir çalışma olup olmadığı ise hâlâ tartışma konusudur..

Buna rağmen-Osmanlı da Resim sanatı XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonra kendisini hissettirmeye başlamış, fakat Doğu'nun minyatür sanatı karşısında istediği ilerlemeyi sağlamamıştır. Böyle olmakla beraber Osmanlı zevkine göre özel bir ekol olarak ilerlemiştir. Osmanlı İmparatorluğunda Batı’daki büyük tablolar halinde yapılmadığından, ufak boyda kitap resimleri, minyatür zevkine uygun dekoratif nitelikte kendini göstermiştir.

Evliya Çelebi, XVII. yüzyılda resim yapan sanatçıların İstanbul’daki dükkanlarından söz etmektedir. Ancak, Türk Ressam ve nakkaş üstatlarının savaş resimleri , kaleler, hayvan resimleri ve portrelerde kendilerini gösterdikleri belirtmektedirler.

Kısaca, Osmanlılardaki resim ve nakış sanatı, mimarlığın ayrıntılarından sayıla gelmiştir. Bazı kaynaklarda, XVII. yüzyılda Fasihi Ahmet adında bir ressamın varlığından ve resimli dergisinden bahis edilir.

İngiliz ressamları, Türkiye’yi ziyaret ettikleri zaman, Türk resim sanatı değişik bir yolda, minyatür tarzından eserler vermekteydi. İngiliz ressamları ,karşılarına çıkan bu yeni doğa, mimarlık ve güzellik hazinelerini gravürlerinde ve resimlerinde yaşatarak , bize, bugün tarihe mal olmuş eski Türk uygarlığının güzelliklerini bizlere armağan etmişlerdir.

İngiliz ressamlardan Osmanlı imparatorluğunu ilk ziyaret eden Richard Dalton (1720 – 1791) olmuştur. 1720 yılında Cumberland şehrinde doğan bu gravür ressamı ve desinatörü Dalton, İtalya ve Yunanistan üzerinden topraklarımıza yolculuk ta bulunmuş ve sonra Mısır’ı ziyaret etmiştir. Dönüşünde ve ölümünden on yıl önce yayınladığı ‘’ Manners and Customs of Present Inhabitants Turkey and Egypt ‘’ (Bugünkü Mısır ve Türkiye halklarının gelenek ve görenekleri) adlı eserinde gravürlerden pek çok örnek görülür.Özellikle Galata’dan yaptığı Sarayburnu ve Üsküdar’ı gösteren renkli gravürü çok ilgi çekicidir. Önce Gal Prensi’nin Kütüphaneciliğini, daha sonra, Kral’ın madalya, resim ve tablolarının muhafızlığını yapan Daltan,1791’de St. James sarayında ölmüştür.

1763 yılında Lord Baltimore’la birlikte Osmanlı İmparatorluğuna gelmiş ve gravürleri sözü geçen Lord ’un hazırladığı kitapta yer almış Francis Smith ile 1770 yılında memleketimize gelip, İstanbul’a ait bazı desenler ve portreleri bulunan Bateley’in eserlerinden Topkapı sarayı yayınlarından söz edilmektedir.

Memleketimizi ziyaret ederek, gördüklerini eserlerinde canlandırmaya çalışan ikinci ünlü İngiliz ressamı, Glasgow 1774 doğumlu Henry Aston Barker’dır. Panorama ressamı olarak ün yapmış bulunan babasının atölyesinde yetişen Barker, Avrupa gezisini Türkiye’ye kadar uzatmış ve İstanbul’un görünümüne hayran kalarak, burada bir süre geçirip, panoramalar yapmıştır. Bugün, Deniz müzesinde ‘’ İstanbul’un Galata’dan görünüşü ‘’ adlı yedi paftadan oluşan bir sulu boya eseri, Sarayburnu'ndan Haliç’e kadara ayrıntılı bir İstanbul panoramasını gözler önüne sermektedir. IV. George’un Taç Giyme Töremi adlı son eserini yaptıktan sonra,1856 da Bristol ‘da  ölmüştür..

Bu arada, ülkemizde görev yapmakta olan İngiliz Büyükelçilerinin de zaman zaman yabancı ressam getirterek, kendilerine gravür ve resim yaptırdıklarını görüyoruz. Bunlardan Şövalye Ponsonby’yle İstanbul’a gelmiş ve Lord W.Bessborough eşliğinde Ege Adaları’nı ve İzmir’i ziyaret ederek, resimler yapmış olan Fransız Jeanne Etienne Liotard’ın kendisine ‘’ Türk Ressamı ‘’ ünvanını kazandıran eser ve desenleri Louvre müzesinde bulunmaktadır.

1775-1794 yılları arasında İngiltere’nin Babıali nezdindeki Büyükelçisi Sir Robert Ainslie’nin getirttiği İtalyan asıllı ressam Luigi Mayer, Büyükelçi ile beraber kabul ve tören sahnelerini çizdi. Osmanlı ülkesinin çeşitli yörelerinden görüntüler sunan arkeolojik yerleri ve önemli binaları belgeleyen resimler yaptı. Büyükelçinin çevirmeninin ressam olan kızı Clara ile evlendi. 1794 yılında Büyükelçi ile beraber Britanya’ya dönüp ,ölümüne kadar orada yaşadı.

Büyükelçi ile Anadolu’daki arkeoloji gezilerine ressam olarak katılan Luigi, sulu boyalarında imkan verdiği gibi pastel tonların hâkim olduğu son derece zarif İstanbul betimlemelerine imza attı. Resimlerinin çoğu sulu boya ve guvaş tekniğindeydi. Çok sayıda desen yaptı. Kimi desenlerinde ‘Aloysius Mayer, Romano ‘ imzasına rastlanır.

Ressam’ın Sir Robert Ainslie’i için yaptığı 27 resim, Thomas Milton tarafından gravürlenerek bir kitapta basıldı. Çizimlere, tarih, coğrafya, mimarı hakkında bilgiler içeren metinlerde eşlik etmekteydi. Napolyon Bonaparte’in 1798 Mısır seferi nedeni ile bu kitap İngiliz halkı tarafından büyük ilgi gördü. Sanatçı 1803 yılında öldü., İstanbul ve diğer illerimizin görünümlerini 96 adet renkli resimlerle canlandırmış ve sonra, bu resimler 1802 tarihinde ‘’ Views in the Ottoman Empire chiefly in Caramania ’’ (Osmanlı İmparatorluğu’nun karamandan görüntüler) adlı kitapta yayınlanmıştır. Bunu takiben ölümünden sonra 1804 yılında Filistin'de görüntüler (View of Palestine) ve 1810 yılında Osmanlı İmparatorluğunun Asya ve Avrupa kolonilerinden görüntüler (Views in Ottomon Dominions in Europe and Asia )adlı kitaplar yayınlandı ve gravürlendi. Özgün suluboyalarının çoğu bugün Londra Victoria ve Albert Müzesindeki Rodney Searight koleksiyonundadır. Mayer’in eserleri arasında Istanbul’un çeşitli açılardan çizilmiş panoramaları, Belgrad Ormanın, Silivri, Rumeli görüntüleri ile Büyükelçi Sir Robert Aisnlie’nin Sadrazam tarafından Davutpaşa Kışlası’nda kabulünü gösteren resimler önemli belgelerdir.

Luigi Mayer eşi ile birlikte İstanbul’un çeşitli açılardan çizilmiş panoramalarını yaptı.  Çift, şehrin pek çok noktasını gerçekçi bir üslupla resmetmiştir.  Suna ve İnan Kıraç Resim Koleksiyonu’na Nina Joukowsky Köprülü bağışladığı dokuz tablo, İstanbul Pera Müzesi’nde sergilenmektedir.

Bir başka Büyükelçi Sir Robert Liston’la birlikte 1794-95 yılları arasında İstanbul’a gelen Gaetani Mecati’nin İstanbul’a ait çeşitli manzara resimleri ve giysilere ait desenleri James Dallaway’in 1797 yılında yayımlanan ‘’ Constantinople, Ancient, Modern ‘’ (Eski ve Yeni İstanbul) adlı eserinde yer almıştır.1799-1803 yıllarında İstanbul ‘da görev yapan İngiltere Büyükelçisi Lord Elgin’in ressamı Luciari de pek çok İstanbul resmi ile yurduna dönmüştür.

Tüm ressamla, ,Büyükelçilerle topraklarımıza gelmemiştir. Kendi başlarına veya bazı yayın evleri içinde gelenler vardır. Örneğin Wiley Revely adlı ressam 1786 yılında Museum Warsleyanum adlı bir yayınevi tarafından Osmanlı devletine yollanmıştır. Ressam burada bazı mimari yapılarla anıtların resimlerini yapmıştır. Bir diğer ressam da Malta asıllı İngiliz uyruklu Preziosi’dir.1851 yılında İstanbul'a yaptığı ziyaret sırasında Şehrimize hayran kalmış, yaşam ve doğa resimlerini sulu boya ile canlandırmıştır.1867 Paris Milletlerarası Fuarı’nda sergilenen İstanbul tablolarıyla portreleri büyük bir takdir toplamış ve bunlardan 28 tanesi 1873 yılında Paris te basılan ‘ Stamboul Moeurs et Coutumes ‘ (İstanbul Örf ve Adetleri) adlı eserde yer almıştır.

Memleketimizi ziyaret eden bir başka İngiliz ressam da Sir David Wilkie’dir. 1840 yılında İstanbul’a gelen ve birçok manzara resimleri yanında Abdülmecit’in bir portresini de yapan Sir David, Ülkesine dönerken gemide hayata gözlerini yummuştur.

Topraklarımızı ziyaret etmiş olan İngiliz ressamlarından belki en ünlüsü William Henry Barlett’dir.1809 yılında doğan ve topografik peyzaj ressamı olarak yerleşen Bartlett, önceleri mimari ve resimli topografik eserler yazarı John Britton’un yanında çalışmış ve onun adına birçok seyahate çıkmıştır. Daha sonra, İstanbul ve Anadolu’ya 1835-1853 yılları arasında yaptığı üç ayrı gezide binden fazla gravür çizen Bartlett’in birbirinden güzel bu eserleri Dr. Beattle tarafından kaleme alınmış 19 büyük cilt eserde yer almıştır.

O tarihte, Londra’daki Elçiliğimizin binasının bulunduğu Bryanston Square’e yakın oturan Türk dostu kadın seyyah ve yazar Miss Julie Pardoe’nun yurdumuza yapmış olduğu yolculuk izlenimlerini diler getirdiği ‘’The Beuaties of the Bosphorus ‘ (Boğaziçi'nin güzellikleri) adlı eserinde, Barlett’in 86 gravüründe yayınlanmıştır. Bu gravürlerin kopyalarının pek çoğu bakanlıklarımızın duvarlarını süslemektedir.

Bunları, yazmak için araştırma yaparken Yahya Kemal’in sözlerini hatırladım ‘’Resimsizlik ve nesirsizlik. Bu iki eksiğimiz olmasaydı, bizim milletimiz bugün olduğundan yüz kat daha güçlü olurdu ‘’.

Evet, Usta Şair ’in haklı olduğunu kabul etmemiz lazım. Tarihimizi, ,Atalarımızın başarılarını, yüzlerini göremememiz büyük bir kayıptır. Eski şehirlerimizi, binalarımızı, mimari eserlerimizi hatta eski kıyafetlerimizi bilmiyoruz. Büyük zaferlerimizin bile resimlerini yapan hep yabancı ressamlar veya daha sonra hayal edilerek yapılmıştır. Tarihimizi yabancı ressamlarımızın gözüyle tanıyor ve biliyoruz. Ancak, Tarih yargılanamaz. Bugünün bakış açısı ile o yüzyılları ve inanlarını eleştirmeye hakkımız yok. Bize düşen ülkemize gelip resimleri ile dünyamızı bugüne taşına bu ressamlara teşekkür etmeyi bir borç alırım. Onların iyi niyetleri ve çabaları ile bugün bu eserleri görebiliyoruz.

TOPKAPI SARAYI'NDAKI HANCERIN HIKAYESI


          


Bu yazımda size Topkapı sarayı hazinesinde bulunan ilginç bir hançerin hikayesini anlatacağım.Belki Topkapı sarayı nı gezdiniz belkide gezmediniz.Ama mutlaka geziniz.Orada göreceğiniz her taş,her eser tarihin  en büyük ımparatorluğunun gücü hakkında sizeler bir bilgi verecektir.Şimdi Topkapı Hançerinin hikayesine dönelim


Osmanlı Imparatorluğu ile Iran arasında XVII.Yüzyıl ilk yarısı içinde ilişkililer artık düzelmekteydi.Uzun süren ,sonuç alanmayan savaşlar iki tarafıda yormuştu.İki ülke,çok değerli armağanlarla birlikte karşılıklı elçiler göndermeye başlamıştı.

O yıllarda tahtta Sultan I.Mahmud vardı.24.Osmanlı Padişahı olan I.Mahmut 1696 yılında Sultan II.Mustafa’nın oğlu olarak dünyaya gelmişti.Annesi Saliha Sultan’dı.Lale Devri’nin sonunda patlak veren Patrona Halil Isyanı sonunda tahttan indirilen amcası III.Ahmet’in yerine 34 yaşında ilen tahta çıktı.24 yıl hüküm sürdü.Iran’da onun zamanında Nadir Şah hüküm sürüyordu.I Mahmud ,58 yaşında iken,Cuma selamlığından dönerken at üzerinde fenalaşıp öldü.Yerine küçük kardeşi III.Osman geçti.Onu Insaatına başlattığı ancak kardeşinin tamamladığı Nuruosmaniye camiinden hatırlıyoruz.

Sultan I .Mahmut tarafından Iran’a gönderilen Elçi Mustafa Nazif Efendi Nadir Şahın  huzuruna vardığı zaman oldukça iyi karşılanır.Elçiden Hümayunnameyi ( Padişah Mektubu )alan Nadir Şah,Osmanlı padişahın’dan  ‘ Karındaşım’ diye ve övgüyle sözeder.Ayrıca,karşı elçi göndereceğini  ve o anda oturduğu çok değerli bir tahtı armağan olarak Istanbul’a yollayacağını da yazılı olarak vurgular.


Elçi Mustafa Nazif Efendi dönüp Istanbul’a geldiğinde  Sultan I.Mahmut’un huzurunda bunları anlatır.Sultan’da bir fermanla hazinesinden çok değerli armağanlarla birlikte Kesriyeli Ahmet Paşa’yı ve maiyetini elçi olarak Iran’a gitmekle görevlendirir.Elçi Paşa ‘ o güne kadar görülmemiş armağanlar’ götürecektir.


Sultan I.Mahmud’un özel tarihçisi,Izzi Süleyman Efendi bu olayı tüm ayrıntıları ile anlatır.Bu çok değerli tahta karşılık ki bu taht ta Topkapı sarayı hazine dairesinde sergilenmektedir;Iran’a gönderilecek armağanlar  bir kurulca saptanır,Izzi tarihinde bu eşyaları saptayan kurulun kimlerden oluştuğu ve bu hazine eşyalarına değer biçilmesi oldukça ilginç biçimde anlatılmaktadır.Eşyaların Hazine i Hümayun’dan çıkarılması,İran’a gönderildiği güne dek geçirdiği hazırlık evreleri herhalde önceki ve sonraki yüzyıllarda da uygulananbir yöntem olarak oldukça önemlidir.

Izzi,bu konuda ağdalı Osmanlıca ile kısaca şunları anlatır.Iran’a gönderilecek armağanlar arzodasında toplanan kurul tarafından Sultan I.Mahmut’a sunulur ve onayı alındıktan sonra da,bu yüksek kurulun  gözetiminde,Kuyumcubaşı Ağa ve Bezezistan Kethüdası (değerli eşyaların satıldığı çarşının yöneticisi ) ve diğer görevlilerle  birlikte eşyaların değerleri saptanır.

Kuruş olarak bedelleri saptanan bu armağanlar için bir de defter tutulur.Daha sonra da ,İzzi’nin onbeş sözcükle tanımladığı Sadrıazam tarafından mühürlenmek üzere,zarf ve kılıflarına konulmak için,Hazine Kethüdası’na görev verilir.Bu armağanlar defterine  bir  de ilginç açıklama eklenir.Bu kadar örneği görülmemiş  ve paha biçilmez ,çok yüksek değerli hediyeler Osmanlı İmparatorluğu için denizde bir kum gibidir.

  

Bu açıklamanın bize gösterdiğine göre bu hediyeler,o güne kadar yollanmış en değerli hediyelerdi.

Izzi Süleyman Efendi günlüklerinde armağanların,Osmanlı Elçisi Kesriyeli Hacı Ahmed Paşa’ya teslimi anlatılmaktadır.Armağanlara,daha önce değer biçilmiş ve Sadrıazam herbirini ayrı ayrı mühürlenmiş ,zarfve kılıflarına konulması  için Enderun u Hümayına göndermişti.Çünkü bu arada da Elçi nin Iran yolculuğu için bazı hazırlıklar yapması gerekiyordu.Daha sonra Elçi saraya davet edilmekte ve armağanlar kendisine teslim edilerek konağına taşınmaktadır.

Yabancı ülkelere armağanlar’la birlikte elçi gönderilmesi  geleneğinin bir başka ilginç yönüde  şudur.Eşyalara değer  saptayan,daha önceki kurul üyeleri içinde Nadir Şah’ın Istanbul elçiside hazır bulunuyordu.Kurul değerlendirme işlemini arzodaısndan bitirdikten  sonra Revan Köşkü’ne gitmekte ve orada ‘ tatlı ve kahve merasimi ‘ yapılmaktadır.Bu merasim  zorunlu bir gelenekti.

Iran Şahı nın Elçisine bu tören sırasında Sultan I.Mahmut tarafından beşbin kuruş değeriden mücevherlerle bezenmiş bir kutu içinde ‘ Nişan ı Hümayun ‘ ,iki tenzu ( ter kokusunu gideren özel hamur ),bir altın bazubent ve bir de panzehir taşı armağan edilir.Bu tören sonunda da çok görkemli bir şekilde donatılmış bir ata bindirilen  Şah’ın elçsi Sadrıazam ile beraber yolcu edilir.

Osmanlı elçisi Kasriyeli Elhaç Ahmet Paşa nihayet Iran’a gidecektir.Ancak yolculuk sonunda Iran’a varan elçi paşa 1747 yılı Temmuz ayında bir İsyan sırasında Nadia şah’ın öldürüldüğünü öğrenir.Beraberinde tüm hediyelerle Bağdat’a geri dönerek Istanbul dan ferman bekler.

Ferman uzun bir süre sonra gelir. Kesriyeli Elhaç Ahmet Paşa’nın hediyelerle  birlilkte Istanbul’a geri dönmesi istenir.Elçide hediyelerle İstanbul’a geri döner.

Böylede ,bir taht’a karşılık olarak  gönderilen armağanlar  ve bu arada zümrütlü hançer Topkapı Sarayı’na ,tahtla birlikte geri dönmüş olmaktadır.

Bu,zümrütlü ve saatli hançer bugün Topkapı Sarayı Müzesi Hazinesi’nde  sergilenen en önemli eserler arasındadır.Bu hançerin uzunluğu 350 mm ölçüşümdedir.

Kabzasının bir yüzünde 30-40 cm boyutlarında bombe traşlı üç iri zümrüt,diğer yüzünde meyve dolu üç sepet içeren kabartma mine süsleme bulunmaktadır.Kabza tepesine ise bir küçük saat yerleştirilmiştir.Saatin üzerini,sekizgen  biçimde bir zümrüt  ve çevresi altın yuvalı masa kesimli küçük elmaslarla süslü bir kapak örtmektedir.

Hançerin tabanı kendinden kabartma çizgili ve süslemesizdir.

Kını altın ve kum kakma zeminlidir.Bir yüzünde altın oyma tekniğiyle işlenmiş 1 ile 3-4 kratlık gül ve basamak kesimli elmaslarla bezenmiştir.Kının bu yüzünün orta yerinde ve arka yüzeyinde de yine yeşil zemin üzerinde beyaz bir sütun tarafından taşınan içi çeşitli meyvelerle dolu bir sepetten oluşan kabartmalı ,mine süslemeler yer almaktadır.

Kının çamurluğunda küçük bir habbe biçiminde delikli zümrüt bulunmaktadır.

Yukarıda size filmlere konu olan  Topkapı Hançeri’nin hikayesini anlatmaya çalıştım.Topkapı sarayı yalnız bir saray değil,Akıl ve büyük bir organizasyon üzerine kurulmuş Insanlık tarihinin en önemli Imparatorluğunun sarayıdır.Hazine dairesini gezerken,gördüğünüz eserlerin,Osmanlı hazinesinin ufak bir parçası olduğunu unutmayınız.Bu arada bu hazineyi bugünlere kadar saklayan ve koruyan hem saray görevlilerine hemde Cumhuriyeti kuran Insanların  en parasız dönemlerinde dahi Ata yadigari diye koruyan herkes teşekkür etmeyi bir borç alırım.Onların iyi niyetleri ve çabaları ile bugun bu eserleri görebiliyoruz.