Saturday, June 29, 2019

ULUG BEY HAKKINDA BIR DENEME





Timur,yaygın olarak sanıldığı gibi,Moğol değil,Barlas boyuna bağlı bir Türk idi..Maalesef Pek çok tarihçi Timur'a bu konuda haksızlık etmiştir.Oysa,XIV yüzyıl sonlarında  Semerkand'ı kendisine başkent yapan ve 1402 de Ankara yakınlarındaki Çubuk Ovasında,Osmanlı Hükümdarı Yıldırım Beyazıd'ı yenilgiye uğratan Timur,Moğol değildi.


'' Barlas '' adında,Şehr i Sabz yakınlarında bölgeye yerlşemiş ve Çağatay ulusunun Türkleşmiş bir boyuna  mensup olan Timur,o devirlerde ismi ve anusu kutsal sayılan Moğol hükümdarı Cengiz Han'ın ' Han ' unvanı bile,Moğol olmadığı için ,kullanmıyor;hatta devletin başında,Cengiz soyundan gelme göstermelik bir ' Han '( Mahmud ) bulunduruyordu..

Bugün,Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızlarından birinin,Timurlular Devletini  temsil etmesinin nedeni de,Timurun Türk soyundan gelmesidir.

'' Timurlu '' adı,bu devletin kurucusu Timur'dan gelir.Osmanlu tarihinde  ' Timurleng' diye adlandırılan Timur'a  leng sözcüğü '' Aksak Timur ' da denmiştir. ( Farsça Timur -i Leng )

Bugün kimi batılı tarihçiler,özelliklede Amerikalılar,Timur'un yön ve ad verdiği Timurlular dönemini '' Türk uygarlık tarihinin Rönesans'ı '' olarak kabul ederler.

Gerçektende bu anlamda,Timurlular devri,'' bilgin hükümdarlar '' devridir... Bu aydın yöneticiler  arasında  ne çarpıcısıda  1394 ile 1449 arasında yaşayıp 1447 - 1449 döneminde Timurlu devletinin hükümdarlığını yapmış olan Timurun torunu,Şahruh'un oğlu Uluğbeydir.

Astronomi merakıyla ünlenen ve doğumu sırasında  ' çok güzel  olayların gerçekleştiği'  anlatılan Uluğ Bey,ne yazık ki,aynı zamanda bşr astroloji kurbanıydı.

Geleceğin bilgin hükümdarının doğum haberini alan Dedesi Timur,bu müjdeyi kendine has bir biçimde kutlamaya karar verir;O sırada kuşatma altında tuttuğu Mardin kenti halkının hayatını bağışlarçBebeğin doğduğu ilk saatlerde de Semerkandlı astrologların hazırladığı yıldız haritasıyla desteklenen bir kehanet '  Bu çocuj tahta çıkacak ve bilim alanında büyük zaferler elde edecek '' müjdesini verir.

Gerçekten de genç veliahdın ilk yılları  çok mutlu geçer.Timur, sarayındaki ünlü bilginler sayesinde torununun iyi bir eğitim almasını sağlarken,eski sailah arkadaşlarını  da onun askeri eğitimiyle görevlendirir.

Uluğ bey'in büyükannesi  Saray Mülk'ün yanında,dedesi Timur'un seferlerine katılan UluğBey,hayatının  ilk dramını  11 yaşındayken yaşar.Dedesi 1405 de Çin seferi sırasında ölür.

Taht kavgası,Timurlu Prensleri böler  ve ancak dört yıllık bir mücadelenin sonunda,Timur'un 4.oğlu,Ulug bey'in babası Şahruh,eski imparatorluğun merkez bölgesinde yönetimi ele geçirmeyi başarır.1409 da Herat'a yerleşip Semerkanta  ve bağlı illere ( Maveraünnehir ) henüz 15 yaşındaki oğlu Uluğ Beyi  vali olarak atadığında ' kehanetin ilk bölümünü ' onaylarcasına,ona tahta giden yolu açar.

' Kehanetin ikinci bölümünün ' gerçekleşmesi için ise,çok uzun bir süre geçmeyecektir.Uluğ Bey'in yavaş yavaş etrafından uzaklaştırdığı siyasi ve askeri danışmanların yerini bilginler alır....

Timur döneminde Semerkand'a getirilen Iranlı bilginlerin bir kısmının Uluğ Bey'in hükümdarlığı zamanında da burada bulunduklaru bilinir.Uluğ Beyin pozitif bilimlere yönelmesinin nedenlri arasında,bu iranlı bilginlerin etkisinin bulunduğu görüşü de egemendir.

Asıl adı ' Muhammed Turagay 'olan Uluğ Bey,Islam dünyasında tahta geçen ilk bilgindir.

Semerkand da yaşayan ve o dönemin Eflatun'u olarak anılan Salahüddin Musa bin Mahmud Kadızade i Rumi,Uluğ Bey'in ilk hocalarındandır.Uluğ Beyin matematik ve astronomiye olan merakı,Kadızade i Rumi'nin yanı sıra,Mansur Kaşi ve Alaaddin Ali bin Muhammed Kuşçu gibi dönemin ünlü Islam bilginlerini çevresinde toplamasına yol açar.

Bu dönemi inceleyen uzmanlar,Uluğ Bey zamanının  Batlamyus'u ( Ptolomeus ) olarak tanınan Ali Kuşçunun  astronomiye  Uluğ bey sayesinde  merak sarmış olduğunun  düşünülebileceğini  öne sürerler.Ali Kuşçunun  Uluğ Beyin  ölümünden sonra da astronomiye olan ilgisini sürdürmesi,onun bu tercihi yaparken  hükümdara  yaranma kaygısı taşımadığını da gösterir.

Uluğ Bey,daha hükümdar olmadan önce,1428 de Semerkand da bir rasathane yaptırmaya başlar.Bu rasathanenin yapımı 1420 de tamamlanan bir medreseye ek olarak inşa edildiği bilinmektedir.

1908 yılında yapılan ve Vyatkin tarafından yürütülen kazılarda,Uluğ Bey'in yaptırdığı rasathaneye ait olduğu  sanılan kalıntılar ortaya çıkarılmıştır. Yine bu kazıda,rasathaneye ait olduğu nilinene kadranın toprak altında  kalan bir parçası bulunmuştur.Eldeki bilgilere göre,dairesel bir şekle sahip olam medresenin çapının yaklaşık,50 metre ,yüksekliğinin ise,35 metre civarında olduğu düşünülmektedir.

Uluğ Bey'in kurdurduğu rasathanede  yürütülen çalışmalar,Batlamyus tarafından yapılmış ve o zamana dek tartışmasız kabul edilne  hesaplardaki bir hatayıda saptamıştır.Ulug Bey,gözlemlerden elde ettiği veriler sayesinde bir yılın uzunluğu 365 gün 5 saat 49 dakika 15 saniye olarak hesaplanmıştır.Doğruya oldukça yakın olan bu değerin yanı sıra,Güneş,ay ve gezegenlere ait verilereden yola çıkara  Uluğ beyin yaptığı gezegenlerin hareketlerine ilişkin çalışma da,neredeyse kesin denebilecek kadar doğrudur.

Uluğ Bey,döneminin önde gelen bilim adamlarını ,Semerkand medresesi ve ona bağlı rasathanede çalışmaya  çağırır.Aralarında  astronomi ve matematik konularında dönemin ünlü ismi olan El Kaşi nin  de bulunduğu Uluğ bey başkanlığındaki  bu bilim heyeti ,kübik denklemlerin doğru yaklaşık çözümleri  için yöntemlerini,iki terimli teorem ile çalışma yollarını,sekiz ondalık sayıya kadar doğru olan kesin sinüs ve kosinüs tablolarını,küresel trigonimetri formüllerini üretir ve özelliklede  Batlamyus sonrasının ilk kapsamlı yıldız cetveli olan 'ulug beyin yıldızlar cetvelini ' hazırlar.

Bu yıldız kataloğu XVII yy a kadar sürüp giden dönem boyunca,bu tür çalışmalar için bir standart  oluşturmuştur.Bu katalog Uluğ Bey,El Kaşi ve Kadızade başta olmak üzere  rasathanede çalışan çok sayıda bilim adamının ortak ürünüydü...

Özellikle,astronomi alanında büyük başarılara  imza atan Ulu Bey'in yöneticilik yaşamı, bir hükümdar olarak girişimleri ise,son derece sönük geçmiştir......

Eylemden çok bir düşünce adamı olan Uluğ bey,şiirler yazar,Cengiz Han Imparatorluğuna ilişkin bir kitap kaleme alıre,etrafında topladığı güçlü bilim adamları  ve onlarla birlikte  gerçekleştirdiği çalışmalarla,doğumu sırasında ortaya atılan  kehanetin ikinic bölümü  böylece doğrulanmış oldu.

Uluğ beyin yaşadığı dönemde astronomi ile astroloji çoğu kez iç içe geçmiş durumdadır.Gökyüzündelki yıldızların  hareketi izlenirken,bir yandan da gelecek okunur.Ve Uluğ Bey'in kendi yıldız haritasında  okudukları endişe vericidir; Büyük oğlu Abdüllatif  kendisine karşı ihtiraslı ve düşmanca davranacaktır.

O andan itibaern Ulug Bey bu oğlundan kendini sakinmaya çalışır;onu haklarından mahurm ederek başkentten uzaklaştırır.Onun yerine diğer oğlu Abdülaziz'i desteklemesi Abdüllatifi büsbütün neete boğar..

Sonunda,oğlu Abdüllatif'in kendisine başkaldırması üzerine,Uluğ bey topladığı orduyla onun üzerine yürür;ancak yenilir.Daha da kötüsü,ordusu tarafından yüzüstü bırakılır.Bunun üzerine küçük oğlu Abdülaziz'le birlikre teslim olan Uluğ bey,bilimsel çalışmalarına özgür bir biçimde  devam etme karşılığında  tahtı büyük oğluna bırakmayı kabul eder.

Abdüllatif bu pazarlığı küçük bir şart daha ileri sürerek kabul edecektir;Babasının Islamın kutsal kenti Mekke'ye hacca gitmesini ister.Bu şartı da kabul eden Uluğ Bey,yola çıkma hazırlığına başlar.Ancak babasını idam ettirdiği Abbas adında bir asker ile oğlu Abdüllatif arasında yapılan antlaşmadan haberi yoktur...

27 Ekim 1449 da ilk durak yerinde Ulug beyin etrafı sarılır ve Abbas devrik hükümdarı öldürür.Böylece yıldız haritasında kendisi ve oğluyla ilgili olarak Ulug beyin okumuş olduğu kehanet gerçekleşir..... Ama tabii oğluna karşı takındığı aşırı olumsuz tutum ile bu dramatik sonu,Uluğ bey'in kendisinin hazırladığını düşünmek de mümkündür.

Bununla beraber,Uluğ bey'in ölümüne ilişkin olarak kafa karıştıran bazı başka işaretlerde vardır.Timur'un soyundan gelen ünlü hükümdar Babür Şah özyaşamını yazdığı ' Vakayi ' adlı eserinde,Abbas öldürüldü cümlesini yazmak için kullanılan Arapça harfleri, Ebcet hesabı kullanılarak aritmetik veriye dönüştürüldüğünde  Uluğ Beyin ölüm tarihinin elde edildiğini yazar...

Daha da tuhafı,'baba katili' Abdüllatif beş ay sonra ' Baba Hüseyin ' ismindeki biri tarafından öldürülür.Yine Babür'e göre Abdüllatif'in ölüm tarihine ters Ebcet hesabı uygulandığında bulunan cümle ,Arap harfleriyle '' Baba Hüseyin öldürüldü '' şeklindedir..

Uluğ beyin ölümünden sonra din adamları tarafından yıktırılan Semerkant  Rasathanesindeki  cetveller,kendisinden ' Oğlum ' diye bahsettiği ve daha sonra Istanbul 'a gelerek Fatih Sultan Ahmet'in  himayesine  giren Ali kuşçu tarafından kurtarılır..

Bu sayede de ,Batı Dünyasına aktarılarak yaşayabilen bu cetveller,Uluğ bey'in o dönemde sahip olduğu bilginin ,Batı dakilere göre,kat kat üstün olduğu ispatlanır.

Batı'da Ulug beyin Semerkand'da kurduğuyla mukayese edilebilecek  ilk rasathanae,Keplerin hocası Danimarkalı Tycho Brahe tarafından 1576 da  açılacaktır.

Friday, June 28, 2019

HATAY BAGIMSIZ BIR DEVLET IKEN !!

   

Mustafa Kemal Atatürk  Nutuk'ta  Fransa'yla  20 Ekim 1921 de  imzalanan  Ankara Antlaşmasından söz ederken  '' Siyasal ,ekonomik,askeri ve öteki alanlarda ,bağımsızlığımızdan hiç bir şey yitirmeden  Adana ve Antep dolaylarını  Fransızlardan kurtardık'' der '' Kurtarılamayan  ' bir yere değinmez.O yer zamanla Mustafa Kemal için '' sanki bir can sevgilisi  ağyar kucağında '' imiş gibi büyük ıstıraba dönüşecek adını  bizzat koyacağı Hatay dır.Hatay,Osmanlı döneminde  kısaca Sancak diye anılırdı.Söz konusu bölge Iskenderun ve Antakyayı kapsıyordu.30 Ekim 1918 de Mondros Mütarekesi  imzalandığında Sancak Osmanlıların Elindeydi.Öyle kalması bekleniyordu.Ancak çok değil 10 gün sonra,mütarekenin  müttefiklere '' kendi güvenliklerini tehdit ederek herhangi bir durum ortaya çıkarsa herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkı'' tanıyan '' meşum ''  7incş maddesini Ingilizler  Sancak'ta uygulamaya  geçirmişti bile,Ingilizler tam bir yıl sonra -daha savaş sürerken,Mart 1916 da Imzalanmış Sykes-Picot Anlaşmasının  gereği olarak-Sancakı da Fransızlara devredip bölgeden çekildi.O günlere gelindiğinde  sonradan '' Kuvayı Milliye '' adını alacak irili ufaklı direnişçiler Anadolu genelinde olduğu gibi Sancak'ta işgalci güçlerin  başını ağrıtmaya  başlatmıştı.Nitekim 28 Ocak 1920 de Meclis Mebusan tarafından oybirliğiyle kabul edilen Misaki Milli de '' Anayurttan  hiç bir sebeple ayrılmaz bir bütün '' denilen,düşman işgali altındaki bölgelerden biri de hiç kuşkusuz Sancak tı.

Nitekim Mustafa Kemaln1 Mayıs 1920 de bu kez TBMM kürsüsünden '' milli sınırımız Iskenderun'un güneyinden geçtiğini '' söylüyordu.

Fransa Sancak dahil '' Güney cephesi'' nde her geçen gün güçlenip ötgütlenen  direniş nedeniyle ödemek  zorunda kaldığı mail ve İnsani bedeli  uzun süre  kaldıramayacağını anlamıştı.'' Ankara hükümeti 'de bir an önce '' güney cephesi''ni hal yoluna koyup tüm gücüyle  '' batı cephesi''ne yüklenmek niyetindeydi.

Çözüm arayışları nihayet 20 Ekim 1921 de sonuç verdi.Genel olarak '' taraflar arasındaki savaş halinin sona erdirilmesini '' ve '' bir sınır belirlenmesini '' öngören  Ankara Antlaşması,Fransızlara istedikleri kapitülasyonları büyük ölçüde veriyordu.Ayrıca başından beri  Misak ı Milli sınırları  içinde görülen  Sancak,Suriye toprağı olarak tanınıyordu.Mustafa Kemal,eleştirileri  yanıtlarken şöyle diyecekti '' Misaki Millimizde muayyen ve müspet bir hat yoktur.Kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat,hattı hudut olacaktı '' Buna karşılık aynı anlaşma Türkiye ve bölgedeki Türkler için bir takım iyileştirmeler içeriyordu.

Türkiye  Suriye sınırını belirleyen 8 inci maddye göre hat Adana,Osmaniye,Mersin,Kilis ve Antep'i  içine alacak biçimde Türkiye lehine  güneye doğru kaydırılmıştı.7inci madde '' Iskenderun bölgesi için özel bir yönetim kurulmasını ,Türk soyından gelen halkın kültürünü  geliştirebilmek için her türlü hakkı kullanabilmesini ve Türkçeye resmiyet kazandırılmasını '' öngörüyordu.

Taraflar arasında anlaşma haricinde teati edilen mektuplarda da Sancak'a bazı düzenlemeler yer aldı : Türk halkının kendi bayrağı olacak,Türk uyruklara,Türk mallarına ve Türk bayrağı  taşıyan gemilere  Iskenderun Limanından yararlanmada tam serbest tanınacak,Türk Çoğunluğunun  bulunduğu mahaller Türk soyundan memurlarca idare edilecekti.

28 Ekim 1921 de yürürlüğe giren Ankara Antlaşması,artıları ve eksileriyle,TBMM hükümetinin  Batılı bir ülkeyle  imzaladığı ilk anlaşma olarak tarihe geçmiştir.Bu antlaşmayla Fransa Ankara'yı Hukuken tanımış oluyordu.

Sancak özelinde bakıldığında Ankara Antlaşması,bölgeye hukuki bir statü kazandırmıştı.Türkiye Sancak'ı geri alamamış,ancak elde ettiği hak ve ayrıcalıklarla pozisyonunu güçlendirmişs,ileride  bütünüyle hak iddia edilmesini sağlayacak  bazı kazanımlar elde etmiştir.İki yıl sonra Lozan'da da Türkiye -Suriye sınırı  '' Ankara Anlaşmasının 8 inci  maddesinde  belirtildiği gibi '' teyit edilirken  Fransa da.Sancak'a  ilişkin özel düzenlemelerin  geçerliğine  ilişkin bir bildiri yayınladı.

Fransa nın Surite ve Lübnan da manda idaresini sağlamlaştırmaya  yönelik girişimleri Arap milliyetçilerinin  direnciyle karşılaşıyordu.Fransızlar  çoğunluktaki Arapları yatıştırmak  amacıyla Sancak'ı yeni kurulan  Suriye ye bağlama kararı alınca bu kez de Türkleri karşısına aldı.Mustafa Kemal  15 Mart 1923 te  Adana da  Sancaklılara hitaben '' Kırk asırlık  Türk yurdu düşman elinde esir kalamz.Gün gelecek sizde kurtulucaksınız diyordu '' 

Şeyh Sait Isyanının bastırılmasının  ardından Fransayla  ' sınır güvenliğinde ' işbirliği ve toprak  bütünlüğü çerçevesinde  30 Mayıs 1926 da imzalanan Dostluk ve iyi Komşuluk Sözleşmesiyle  Ankara Anlaşması  bütünleniyor,'' hükümlerinin hiçbir biçimde değiştirilemeyeceği '' vurgulanıyordu.Sözleşmenin Fransa ile Türkiye arasında  estirdiği bahar havası  Sancaklı Türklerede yaradı.Siyasi Özgürlüklerini,örgütlenme haklarını sonuna kadar  kullandırlar.Fransa yükselen Arap milliyetçiliğine  karşı Sancaklı Türkleri bir koz gibi görünüyordu.

Ne varki statükodan  ne Arap ne de Türk  milliyetçileri memnundu.Fransızlar her ne yaptıysa  Arapların Sancakı ilhak,Sancaklı Türklerin ise Türkiyeye  iltihat etme çabasının önüne geçemedi.

Bir yandan İkinci Dünya Savaşının ayak sesleri,bir yandan bölgede tutunmanın zorlukları ve maliyeti ve nihayet ''Petrol Rezervinin '' yarattığı hayal kırıklığı  Fransa için Suriyeye giderek zararı yararından fazla' bir manda konumuna getirdi.Fransızlar nihayet  9Eylül 1936 da  Suriyeye  üç yıl içinde bağımsızlık öngören bir anlaşmaya imza attı.( Sonraki Stratejik hesaplar nedeniyle Suriye bağımsızlık için 1946 yılını bekleyecekti )

Anlaşmanın Sancak'ı ilgilendiren yanı,Fransa nın o güne kadar  Suiye adına imzaladığı anlaşmalardaki yükümlülüklerini  yeni Şam yönetimine devretmesiydi.Bir başka deyişle  Sancak ın statüsü  Suriye devletine emanet ediliyordu.Montrö  Anlaşmasıyla Boğazlar meselesini  hal yoluna koyduktan sonra Sancak'a yoğunlaşmaya başlamış Türkiyenin  şiddetli itirazları  ne Suriyeden karşılık gördü neden Fransadan

Mustafa Kemal Atatürk 1 Kasım 1936 da TBMM yi açış konuşmasında  ' milleti gece gündüz meşgul eden en büyük  meseleyi Sancak'ın kaderi '' olarak ortaya koyuyordu.O günlerde  Sancak,Türk kimliğine  vurgu yapmak  amacıyla Hatay olarak anılmaya başlandı.

Fransa sonunda Türkiyeyi yatıştırmak amacıyla 1930 yılındaki anlaşmanın Milletler Cemiyetine taşınmasını kabul etti. 27 Ocak 1937 de açıklanan rapor ve rapor doğrultusunda  hazırlanan  statü ve anayasa  belgelerinde  orta yol öneriliyordu.

Türkçe ve Arapça resmi dil olarak kabul ediliyordu.Gümrük ve para birliği kurulucak,mali işler ortak yürütülücekti ama Sancak ı ayrıcalıklı kılan bir takım istisna ve haklar getiriliyordu.Ve nihayet bölgede Jandarma ve polisten başka askeri güç bulundurulmayacaktı.Ayrıca Türkiye de  Iskenderun Limanında Ayrıcalık tanınacaktı.Bu ayrıcalık Suriyenin Türkiyeye 50 yıllığına yeterince geniş bir alan kiralamasını ,,Türk Serbest Bölgesi olarak adlandırılıcak alanın polisiye ve adli açıdan  Sancak'a  idari ve mali açıdan ise  tamamenn Türkiyeye bağlı olacaktı.

Sancak'ın  yasama Organı 40 kişilik bir meclisten oluşacaktı.Mecliste her topluluğa asgari olarak ayrılması gereken koltuk sayısıda belirlenmişti.Türkler sekiz,Aleviler altı,Araplar iki,Ermeniler iki,ortodokslar bir...Meclisin seçeceği devlet başkanı meclisi feshetme yetkisiyle de donatılmıştı.Yargı kararları '' Hiç bir erk tarafından düzeltilip değiştirilemezdi ama yasaların anayasaya uygunluğunu incelemek de yargının yetki alanında değildi.

Aynı günlerde Türkiye ile Fransa arasında iki anlaşma hazırlandı.İlki Sancakın toprak bütünlüğünü güvenceye alıyor,bölgeye yönelik olası  bir saldırıya  karşı ortak  hareket edilmesini öngörüyordu.İkinci anlaşma sınırların değişmezliği ve güvenliğine vurgu yapıyor ,tarafların birbirlerini hedef alan eylemlere  mahal vermeyeceğini duyuruyordu..

Ne Sancak ın Suriyeye bağlanmasını isteyen Şam yönetimi ne bölge halkına  kendi kaderini  tayin hakkı  tanınmasını isteyen  Türkiyenin dediği olmuştu.Genel kanı,meseley dair son sözün henüz söylenmediydi.

Ama şu bir gerçektiki  pazarlıktan karlı çıkan Ankaraydı..Türkiye resmen belli etmesede  sonuçtan memnundu.Çünkü Hatayın bağımsızlığı Iltihaka açılan kapı idi.Nitekim Türkiye ve Hatay da planlı ve kontrollü kutlamam mitingleri örgütlendi

Fransayı  Suriyeye ıhanetle suçlayan Şam yönetimi ,anayasa ve statü belgeleriyle  Türk Fransız anlaşmalarınıda  kınayıp hiçbirini tanımadığını ilan etmişti.Ama olan olmuştu..Söz konusu belgelerin Milletler cemiyetinde oy birliğiyle kabul edildiği gün  Türkiye ve Fransa anlaşmaları imzalara 29 Mayıs 1937.

Bir devlete kavuşan Sancak ya da Hatay halkı çok geçmeden yeni Statü ve anayasal düzen doğrultusunda ilk seçimi düzenlemek için kolları sıvadı.Ancak süreç bir gerginliğe yol açtı.

Seçim çalışmaları Milletler Cemiyetinin görevlendirdiği komite gözetiminde yürütülüyordu.Seçim komitesiyle Sancaklı Türkleri arasında seçmen kütüklerinin nasıl oluşturulacağına ilişkin baş gösteren anlaşmazlık ,Ankaraya danışılmadan bir yönetmelik hazırlanmasıyla gerileme yol açtı.O dereceki Ankara 29 Aralıkta Fransayla arasındaki  Anlaşmayı feshetti.Ardından güney sınırına  30000 asker sevk edildi.Mayıs 1938 de Adana ve Mersinde ilerleyen hastalığına rağmen Mustafa Kemalin  bizzat izlediği saatlerce süren bir geçit töreni düzenlendi.

Türkiyenin kararlılık gösterisi karşısında Fransız hükümeti geri adım atıp Milletler Cemiyetinin  seçim komitesini Hataydan çekmesini sağladı.Aynı zamandaTürkiye Fransayo bir saldırı olasılığına karşı Hatayda asker konuşlandırılmasına  da ikna etti.Söz konusu  askeri anlaşmadan sonra Albay Şükrü Kanatlı komusutudan 2500 kişilik Türk ordusu Hataya girdi.

Bu ortamda 22 Temmuz da düzenlenen seçimlerin sonucu Nüfus dağılımıyla orantılıydı.Hatay ın nfusu 219.000 du % 39 u Türklerden oluşuyordu 28% Nusayri % 11 Ermeni % 10 Sünni Arap % 9 Rum Ortodoks  % 3 Kürt,Çerkez,Yahıdi,Ismaili ve Arnavut yaşıyordu. Bölgede  35847 Türk,11319 Nusayri,5504 Ermeni,1845 Arap ve 2908 Rum Ortodoks seçmen kayıtlı idi.Secim sonucunda  40 sandalyelik mecliste 22 Türk,9 Nusayri5 ermeni 2 Arap ve 2 Ortodoks rumlar yer alır.

Türk Vekiller ilk iş olarak ortak bir açıklamayla  Hatay devleti adına Fransaya şükranlarını sunarken Türkiye ve Atatürkede  ebedei bağlılığını bşr kere daha cihana ila ediyordu '

Milli bayrma ilan edilen 2 Eylül de Meclis açıldı .Aynı güm tüm vekiller Türkçe  yemin ederek göreve başlandı Hatay devleti kurulmuştu.

Meclis başkanı,devlet başkanı ve başbakan Türkttü.Sırasıyla,Abdülgadir Türkmen,Tayfur Sökmen ve Abdurrahman Melek önde gelen ilk Türk millyetçileriydi.Yürütmenin ilk icraati  Sancak Eyaletinin isminin Hatay Cumhuriyeti olarak değiştirilmesiydi.Türk Bayrağına benzer bir bayrak kabul edildi.Antakya başkent ilan edildi

7 Eylül günü Melek hükümeti meclisten kanun hükünde bir kararname çıkartır.Ardından da Melek '' Ruhu ve esası Kemalist Rejim e dayalı hükümet programını okudu.Istiklal marşı milli marş olarak kabul edildi.Şapka devrimi yapıldı.

İlerleyen günlerde eğitim alanında lise harçları kaldırıldı.Fransızcanın yabancı dil olması yasaklandı seçmeli dil oldu Arapça okullar kısıtlandı

Hatay Türkleştirilince Arap ve Ermeniler Suriyeye göç etmeye başladı.Hatay meclisi çalışma dönemine  1 kasım 1938 de başladı.Dokuz gün sonra Atatürk ölünce yas ilan edilir.16 Şubat 1939 tarihli meclis oturumunda kabul edilen yasa gidişatı ortaya koyuyordu.'' Anavatan kanunlarının Hatay kanunları olarak kabul edilmesi'' Türk parasının kullanılması ve Türkiye ile serbest ticarete karar verildi.

Ankarada boş durmuyordu.Türkiye bir yandan Hatay halkının iradesine dikkat çekerek bir yandan da Avrupa da esen savaş rüzgarları kararın hızlı verilmesinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu.Sonunda Türkiye Fransayı ikna eder.İki ülke arasında 23 Haziranda imzalanan Türkiye ile Suriye arasında Toprak Sorunlarının  kesin çözümüne ilişkin anlaşma ,Hatay topraklarının Türkiyeye dahil edilmesine onay veriyordu.

29 Haziran 1939 da Hatay Meclisinin Türkiyeye iltihak kararı almasıyla son buldu.Oyçokluğuyla alınan karar ertesi gün Meclis Başkanı Türkmen tarafından şu sözlerle duyuruldu  '' Türk Dünyasının ayrılmaz bir parçası olan Hatayın anavatana kavuştuğunun bir kararla tespitini teklif ederiz '' Türkmenin Hatay Cumhuriyeti Devletinin kısa tarihine 30 Temmuz 1939 saat 17.45 de son veren sözler şöyleydi :''  Tarihi vazifesini yapan Hatay Meclisini dağıtıyorum ''

Hatay meclisinin kararından sonra Türkiye 7 Temmıuzda Hatay ilinin kurulduğunu ilan etti Fransız askerleri Hatayı terk etti.Mustafa Kemal Atatürkün hayali gerçek olmuştu hemde savaşmadan ..

Suriye nin protestosu sonucu değiştirmedi.Buna karşılk 13 ocak 1940 itibariyle  Hataydan göç edenlerin sayısı 48.000 e ulaşır.Bunlardan 26000 ermeni,11 Bini rum ve 6000 araptı.



Saturday, June 15, 2019

ITALYA'NIN MUSLUMAN KÖLELERİ VE YENIÇAĞ DA AVRUPA DA KÖLELIK ÜZERINE BİR DENEME



27 Eylül 1677 tarihli bir mektup şöyle başlıyor : '' Samimiyetimize güvenerek sizden,bana küçük yaşlarda iki hadım köle göndermenizi rica ediyorum.14 ya da 15 yaşlarını geçmesinler.Bu toplumun büyük bir bölümünde olduğu gibi,yamuk ya da yassı burunlu olmasınlar,Ama güzel görünüşlü,neşeli ve genç olsunlar ''

Mektubu yazana ,Italya'nın ünlü Medici ailesinden Grandük III Cosimo,gönderdiği kişi,Osmanlı Devletinin  Tunus  bölgesinde göreve atadığı Ali Paşa..... Grandük'ü bu istekte bulunmaya yönelten,Ali Paşa'nın da ondan,esir bulunan Ermeni Yakub'un  serbest bırakılmasını istemiş olması.....Grandük'ün bu talebinin gelip geçici bir meraka dayanmadığı,Tunus Bey'inden de '' uzun saçlı bir siyah adam '' yani Orta Afrika Çölü halkından  Tuareg istemiş olmasıyla kanıtlanıyor.

Kölenin ev içi yaşam kadar ticaret ve askerlik alanlarında da Avrupa toplumlarının yaşamında önplanda rol oynadığına dair belgeler ,italyan devletlerinin ve özellikle Papalık kurumunun arşivlerinden açığa çıkarılmış bulunuyor.

Italyanların,satılmak üzere pazara getirilen esirler için,isimleri ve kökenlerini de içeren listeler tutmuş olmaları sayesinde,bunların kökleri hakkında oldukça geniş bilgiye sahibiz.

Bu köleler,Kuzey Afrika,Anadolu,Balkanlar ve Macaristan ötesinin halklarından oluşuyorlardı.Aralarında savaş esirleri kadar,korsanların sahil baskınları sonunda  ele geçirilenlerde vardı.Bunlara Afrika zencilerini de eklemek gerekir.

Akdeniz Limanları ve çevrelerindeki köle sayısını belirlemek için,hayli çalışma yapılmıştır.Ancak araştırmacılar,ortaya çıkan  rakamların kesin olduğunu  söylemekten kaçınırlar.İhtiyat kaydını yineleyerek,bazı tahminleri aktaralım: Napoli'de 10000-20000 ,Malta'da 2000,Livorno İtalya da 1000,Sicilyada 50000 ( XVIyy genl nüfusunun % 4 ü kadar ... )

Garp Ocaklarımızda  mevcut köleler hakkında elde belge bulunmadığı için,daha çok tahmini rakkamlar ileri sürülüyor: Cezayir de 20000 - 25000,Tunus'ta  7000 ila 10000 arası ve Trablusgarp'ta  1000 ile 1500 kadar....

Perugia Üniversitesi Siyasal bilimiler Fakültesinde Tarih ve Afrika Asya Ülkeleri Kurumları Ordinaryüs Profesör Salvatore Bono'nun '' Yeniçağ italyasında ,Müslüman Köleler '' adlı kitabında aktardığı  italyan ve kısmen Fransız belgelerine bakarak,bu onbinlerce,Müslüman kölenin hangi işlerde kullanıldıklarını  ortaya koymaya çalışalım :

1720 yılında Sardunya Donanmasının  dört kadırgasındaki 1176 kişinin 253'ü ( yaklaşık dörtte biri ) Müslüman idi.Kadırgalarda,130 gönüllü de vardı ve kürekçilerin geri kalanı,Hristiyan mahkumlardı.

Prangalılar geceleri de Zincirli olarak yatarlardı.Yine de bir limanda mevcut 2000 kölenin ayaklanması korkusu ile bunlara,Islam Dünyasındakine benzer şekilde,'' hamam '' denilen kapalı mahaller yaptırılmıştı ve buraya topluca kapatılıyorlardı.

Müslüman köleler arasında iki grup vardı.Hristiyan iken Müslümanlığı seçmiş olanlar ve doğuştan  Müslümanlar.Bunlar  Hristiyan olmayı kabul etseler de,bu durum haklarında verilen cezaları örneğin idamı engellemiyordu.

Ancak Af kararlarına da sık sık rastlanıyordu.1670 da oğlancılık ve çocuk öldürme suçlarından,yakılarak ölüme mahkum edilen  iki Müslüman esiri,Piskopos  Hristiyan olmaya ikna etmişti.Fakat bu durum,zenci olan esiri kurtaramadı ve o yakılarak öldürüldü.Diğer ise tam darağacına çıkarken,genel valinin karısının isteğiyle affedildi.... Bu tür olaylarda özl ilişkilerin rolü olduğunu anlamak mümkün....

Savaşta,esri aldığını köle olarak kullanmak ya da başkasına satmak,eski ve orta zamanlarda,bütün toplumlarda  rastlanan bir davranıştı.XIX yy da bile bu uygulama devam etti.Ancak Islam'daki uygulama ile Hristiyan dünyasındaki arasında,önemli bir fark vardır.

Hristiyanlık bir din olarak köleliğe karşı çıkmamıştır.Hatta Hristiyanlığın,kölelere karşı  davranışın  şiddetini yumuşatmayı isteyen bir çabası da yoktur.Salvatore Bono'nun kitabında da kölelikten kurtulmak için Hristiyan olmayı kabul edenlere özgürlük hakkı tanınmadığını gösteren pek çok örneğe rastlıyoruz.

Islam'da ise Kölenin azadı için en geçerli neden,Müslümanlığı kabul etmeseydi.Bunu yapmakla köle sahibi kendi günahlarından da azat olmuş sayılıyordu.Hazret i Muhammed'in bir hadisindeki '' Köleleri güçleri üzerinde şeylerle sorumlu kılmayınız.Siz ne yiyorsanız kölelerinizede  o yemekten yedirinizi '' sözleri de Islam dini nin kölellik kurumuna bakış açısı bakımından iyi bir örnektir.

Salvatore Bono'nun kitabındaki kimi kölelik öyküleri arasından,oldukça ilginç kişilikler ,ünlü şahsiyetlerde ortaya çıkıyor.

Bunlardan biri de Afrikalı Leon'un öyküsüdür : Afrikalı Leon adııyla ün kazanann Hasan Ibn Muhammed al Wazzan ( 1494-1552 ),Hristiyan Korsanlar  tarafından 1518 'de 23 yaşındayken yakalanır ve Papa X.Leon'a hediye edilir.

Afrikalı Leon,daha 1515 te Osmanlı Sultanının  huzuruna çıkmış ve hacı olmuştur.Islami bilgisi yüksektir.Papa'nın zoruyla  Hıristiyan olur ve Papa ona kendi ismini verir: Giovanni Leone de Medici.

Bu sıfatla Afrika ve Islam dünyası hakkında en gerçek bilgileri içeren ünlü kitabı '' Afrika'nın tasviri '' ni 1550 de İtalyanca olarak yazar ve Afrikalı Leon lakabını alır.Onun,1528 de Tunus'a gittikten sonra  tekrar Islam'a döndüğü sanılmaktadır.

'' Domenico Ottomano ' ya da '' Osmanlı Papazı'' olayı da hayli ünlüdür.1644 yılında  bir Türk Kalyonunda  annesiyle birlikte Mısır'a giderken esir edilen küçük çocuğun  iyi bir aileye mensup olduğu anlaşılıyordu.Malta Şövalyeleri onun Sultan Ibrahim'in oğlu olduğu söylentisini yaydılar ve bu esir çocuk,1665 te Dominiken rahibi oldu.Sonra da Avrupa Saraylarında ,Floransa'da,Modena'da ,Torino da daha sonra iki yıl Paris'te ,Venedikte dolaştırıldı.Osmanlı devletine karşı tahtın  Hristiyan varisi olarak kullanılmak istendi.Bu genç rahibin ,Anadolu ce Ege Adalarında ayaklanma çıkaracağı umuluyordu

Fakat Osmanlu devleti tarafından ciddiye alınmayan bu olayı,Avrupalı  tarihçiler bile '' kaba bir şaka '' saymışlardır..

İtalyan arşivlerinde kölelere ait listelerde bunların özellikleri yaşları,lakapları kentleri ayrı ayrı belirtiliyordu.1687 yılında Livorno'ya  ulaşan kölelerin listesinde üçte birinin Anadolu,diğer üçte birinin Buda ve çevresinden,altıda birinin de Macaristan'dan olduğu anlaşılıyor.Bunlar arasında,45 yaşındaki Antepli Hüseyin oğlu Muhammed,Malatyalı Ramazan oğlu Muhammedi ve Rumeli Hasan oğlu Mehmed gibi isimlerde vardır.

Hıritiyanlaşmayı arzu etmeyen Müslüman köleler ( ki bunlar çoğunluktaydı ) sahipleri için asıl endişeyi oluşturanlardı.Zira akıllarında hep kaçna fikri vardır.Dini  inancında israr edenler için,onların kendi aralarından bir sözcü belirlenirdi.Müslüman kürek mahkumlarının başı olarak görev yapan ve dini vecibelerinde  onlara yardımcı olan bu kişiye '' Papasso '' denirdi.Bu sözcük İtalyanca ,'' Ortodoks rahip '' '' Doğulu Rahip '' anlamına geldiği gibi,mecazi ve espirili bir başka anlamı daha vardı '' Yasa dışı çete elebaşısı '' anlamınada geliyordu.Unutmamak gerekirki,Katolikler,Ortodoks  Hristiyanları en az Müslümanlar gibi İmansız sayarlardı.

XVyy da itibaren Osmanlı devleti Balkanlar  ve Akdenize egemen olunca,Hristiyanlık dünyasında  kendi dışından gelen tüm esirlere Türk denilmesi bir alışkanlık olmuştur.Türklein karşısında devamlı kayıpetmek bir tür intikan duygusunu ortaya çıkarmıştır.

Nasıl Osmanlı devletinde zaferlerden sonra düzenlenen geçit törenlerine esirlerim katılması adet ise ,Hristiyan dünyasında da halka ' Esir Türkleri Seyrettirmek ' bir gösteri idi.Inebahtı deniz savaşından sonra Marcanto Colonna Roma'ya dönüşünde ,200 kişilik bir Müslüman esir grubunu geçit törenine katar:
'' Özgür bir köle at üzerinde gidiyor ve Türklerin bi sancağını yerde sürüklüyordu (... ) 'Onun arkasından kalın iplerle ikişer ikişer birbirlerine bağlanmış 168 Türk geliyordu (...) Her zamankinden daha fazla ön plana çıkarılmış  ve renklendirilmiş Pasquino heykeli,sol elinde ağzından kan akan bir Türk kafası,öteki  elinde bir kılıç tutuyordu.Heykel,Türkler geçerken onlara parmakla gösterildi ''

Eğer şu yada bu nedenle elde teşhir edilecek köle yoksa,o zaman onlar birer sahen oyuncusuyla canlandırılırdı.Özellikle Türklere karşı kazanılmış  bir zafer ya da bir yıl dönümünü kutlamak  söz konusu olduğunda,bu tür gösteriler hep düzenlenirdir.

Salvatore Bono kitabında ,bütün kısıtlamalara rağmen Müslüman kölelerin vatanlarıyla haberleşmekte güçlük çekmektiklerinden bahis eder.1540 -1543 yılları arasında bir italyan kasırgasında prangalı olarak kürek çekerek geçiren  Turgut Reis hakkında  kitapta şu satırlara rastlıyoruz : 
'' Turgut,Napoli ve Sicilya Krallığında bulunan ve Arapça yazan Kuzey Afrikalılardan günlük olarak haber alıyordu.Ve hatta bu haberlerin bu kadar uzağa ulaşmasına nasıl izin verildiğine şaşıyordu.çünkü pek fazla sayıda ve özel haber bahis konusuydu ''

Livorno'daki Müslüman kölelerin,kendilerine yapılanların ,intikamının  alınması için '' İlahi kanunların savunucusu ve Cezayir'in yöneticisi '' Dayı'ya gönderdikleri  mektupta da şunlar yazılıdır.
'' Biz burada havayı bile göremediğimiz bir cehennemde zincirlenmiş durumdayız ve Ramazan'ın bu iki kutsal ayı boyunca,havasız ve penceresiz  hücrelerdeydik  ve camilerimiz kapatıldı,Imansız Hristiyanlar  bizim ibadet etmemize  ve Allah'a hizmet etmemize izin vermiyorlar.Ululuğunuza  ve gücünüze sığınarak ,eğemenliğiniz  altında bulunan Hristiyanlara aynını yapmanızı,bize yaptıkları  gibi onları  zincirlemenizi  aç bırakmanızı ve işkence etmenizi rica ediyoruz ''

Bir kölenin fiyatını belirleyen,erkekler için gençliği,dinçliği ,kürekte ya da diğer hizmetlerde  yararlılık derecesiyid.Kadınlarda güzelliğin fiyat arttırdığı biliniyor.Yirmisine varmamış delikanlılar içinde bu konu önemliydi.Örneğin 1503'te 12 yaşındaki  bir erkek çocuğa en yüksek fiyat olan 35 altın duka ödenmişti.30 yaşında ama fazla sağlıklı görünmeyen  bir adama ise en düşük 8 duka paha biçilmişti.1574 te 15 yaşındaki Cezayirli Yusuf'a 107 düka ödendi.Buna karşılık  bir kzı ve bir de erkek çocuğu bulunan kadına 992 düka verildiği görülüyor.

Tabii ki dükanın niteliğini ve değerinin dönemlere göre değiştiğini de hesaba katmak gerekli.Ayrıca  ailesi zengin olan köleler için,yüksekçe bir bedel ödenerek,özgürlüklerinin  yeniden satın alınması  söz konusu olabilirdi.

Köle değerinin mal olarak hesaplanmasına da rastlanıyordu. XVI yy da bir köle 4-8 bin kilo buğday ya da nohut; 10-20 bin kilo Arpa ya da 3-6 bin litre şarap karşılığı sayılıyordu. 200 koyun değerinde  olanlarıda vardı .Esir pazarında da  fiyatların bir at ya da katırın ortalama değerinden üç ya da dört,bir öküzünkinden  beş ya da altı kat fazla olduğu görülüyordu.Palermo'da iki katıra,belli bir yük peynire,hatta 170 karış kadifeye  karşı bir kölenin  sahip değiştirdiğine dair kayıtlarda rastlanıyordu.

Kadın kölelri kendi zevkleri  için kullanan  köle sahiplerinin  sayısı,Yakın çağ da da azımsanacak gibi değildi.Müslüman köle kadınlara  duydukları aşkı kaleme almış olanlarda vardı ama köle kadınlardan yararlanıldığı ve onların ' odalık '' işlevi taşıdğı açıktır.Büyük bir ihtimalle,XVI yy ın ilk yarısına  ait ' Cazona de mercanti di stiave ' ( Kadın köye Tacirlerinin  şarkısı ) Italya'ya '' güneşin daha da fazla ısttığı yerlerden '' getirilen kadın kölelerin çekiciliğini yüceltir ve ( tam bir sömürgeci öngörüsü ile ) onları kaybettikleri özgürlüklerini değil ,efendilerinin aşklarına daha değer verdiğini söyler.Yeniçağ da da Ortaçag gibi kölelik devam ediyordu.



N.B : Popüler tarih dergisi Kasım 2003 Sn Koloğlunun yazısından alınmıştır.

Wednesday, June 5, 2019

OSMANLI TARIHÇILIGI USTUNE BİR DENEME


Osmanlı tarihçiliği,devletin kuruluşuna oranla,oldukça geç bir dönemde başlar,Osmanlı İmparatorluğunun  tarih sahnesine çıktığı XIII.yy sonları ile XIV yy başlarına ilişkin bir Osmanlı tarihi yoktur.Osmanlı nın kuruluş dönemi hakkında yanlızca yabancı kaynaklar vardır.Bu yıllarda eserler veren  Pakhymeres,Nikephoros ve Kantakuzenos  gibi Bizans tarihçileriyle Ibn Battuta ,Ibn Said ve El Umari  gibi Arap gezgin  ve coğrafyacılarının kitaplarında,Osmanlı hakkında bilgi verir.

Ilk Osmanlı tarihi XV yy başlarında yazılmış olan ' Yahşi Fakih Menakibnamesi '' dir.Ancak bu eser bugün mevcut değildir.Yahşi fakih,Orhan Gazi'nin Imamı Ishak Fakhinin oğludur.Eserini yazarken kendi gördüklerinin yanı sıra,babasının şahit olduğu ve duyduğu hadiseleride kullanmış olabilir.

İlk devirlere ait önemli bilgiler veren bir tarih kaleme almış olan II Beyazid dönemi tarihçisi Aşıkpaşazade 1413 yılında,Gebze de hastalanır ve Yahşi Fakih'in evinde misafir olur.Burada Yahşi Fakih'in yazdığı kitabı görüp okuyarak,kendi tarihini yazarken bu bilgileri kullanır.

Bugün elimizde mevcut en erken Osmanlı Tarihi,Ahmedi'nin XV yy başlarında yazmış olduğu ' Iskendernamesi' dir

Iskendername'nin sadece 340 beyitinde Osmanlı tarihinde söz eder.

Ertuğrul Gazi den Yıldırım Beyazıd devri ortalarına kadar gelen ev Emir Süleyman'a sunulan eserin '' Dastan i Tevarih i Muluk Al i Osman ' adlı bölümü Osmanlı tarihi hakkında bazı bilgiler içerir.1390 da yazılan bu esere  müellif daha sonra 1410 yılına ekleme yapmıştır.

İlk nüvesi II Murad'ın ilk yıllarında hazırlanmış olan popüler anonim tarihler de ilk dönem Osmanlı tarihinin önemli kaynaklarıdır.' Anonim Tevarih i Al i Osman ' diye adlandırılan bu tarihler ,Süleyman Şahın Anadoluya gelişi ile başlayığ değişik tarihlerde sonra ermektedirler.Osmanlı Imparatorluğunun ılk dönemini en iyi anlatan eserlerdir.

Ahmedi den sonra gelen ilk dönem Osmanlı Tarihi kaynaklarından biride Tarihi takvimlerdir.' Saray takvimleri ' diye de adlandırılan  bu kısa metinli manzumeler,Hz Adem'den itibaren peygamberlerin 
ve halifelerin  kronoloik listeleriyle  Selçuklu,Osmanlı ve Karamanlıların  tarihlerine ait önemli olayları içerirler.

Bu Takvimlerde ayrıca kehanetler ve rüya tabirleri türünde bilgilerde bulunurdu.Altısı yayınlanmış bu takvimlerin  çoğunluğu ,II Murad döneminde hazırlanıp Padişaha sunulmuştur.

Bu takvimlerde kısa bilgilerde yer alsa da,zaman zaman önemli noktalara değinilir.

Osmanlı Kroniklerinde  ' Düzmece ' diye nitelenen Şehzade Mustafa'nın Yıldırım Beyazid'in gerçek o oğlu olduğu ifadesine  de bu takvimlerde rastlanır.

Takvimlerde bir olayın geçtiği yıl değil,takvimin hazırlandığı yıldan ne kadar onca meydana geldiği belirtilir.

Bazı takvimler kimi yazarlar tarafından da ele alınıp biraz süslenerek tarih kitabı haline getirilmişlerdi.

Fatih Sultan Mehmed'İn hükümdarlık yılları Osmanlı tarihinin en önemli dönemi olmasına rağmen,tarihçilik bu yıllardada fazla gelişmemiştir.Bu dönemde yazılmış  üç tarih eseri vardır.
Enverinin '' Düstürnamesi '' Şükrüllah bin Şehabeddin Ahmed'in ' Behçetü't Tevarih ' adlı Farsça tarihi ve Vezirazam  Karamani Mehmet Paşa'nın '' Tevarih i Selatinü Sultaniye 'sidir

Osmanlı tarihine ilişkin ayrıntılı bilgi veren ilk eserler 15 yy in ikinci yarısında  II Beyazıd döneminde yazılmıştır.

Osmanlı tarihinin  ilk dönemleri en önemli bilgileri kapsayan ' Aşıkpasazade  Tarihi ' de bu dönemde kaleme alınmıştır.

II.Beyazıd'in emriyle Türkçe bir tarih kaleme alan ve daha sonra bunu sürdürerek eserini,ilk 10 padişahın anlatıldığı 10 ciltlik bir tarih haline getiren Şeyhülislam İbn Kemal'in çalışması.Osmanlı tarihçiliğinde bir dönüm noktasıdır.İbn Kemal'in tarihiyle ,ilk dönem Osmanlı tarihçiliği ne önemli eserini vermiştir.

Yazar daha önce yazılmış tarihlerde  olduğu gibş,tarihi birbirleriyle ilgisi olmayan bir olaylar dizisi olarak değil,birbirine bağlı bri hadiseler zinciri olarak ele alınır.

Ibn Kemal'in eseri Osman Gazi den Mohaç seferi sonrasına kadar olan süreyi içerir.Her padişaha bir defter yani bir cilt ayrılmıştır.Ancak Kemal Paşazadenin 10 defterden oluşan eserinin tamamı bugun elde değildir.

Osmanlı İmparatorluğuna  ilişkin olarak ' resmi tarihçilik ' denilince  akla Vakanüvislik gelir.Osmanlu resmi tarih yazıcılığı,vakanüvislik kurumunun XIII yy başlarında ortaya çıkmasından itibaren,Imparatorluk sonuna kadar  sürecek devamlı bir devlet hizmeti haline gelir.

Ancak vakanüvislik ,Fatih zamanında ortaya çıkıp Kanuni devletinden itibaren devamlı bir memuriyet haline dönüştürecek  XVII.başlarına kadar süren şehnameciliğin bir devamıdır.

Bu iki kurumun  amaçları ve ortaya koydukları eserler arasında  önemli farklar bulunsada ,şehnamecilik ve vakanüvislik ,resmi tarih yazıcılığının iki farklı dönemidir.Şehname  yazıcılığı  Fatih devrinde başlamıştır.

II.Beyazid döneminde resmi tarih yazıcılığı ilk ürünleri,Türkçe ve Farsça olarak,Idris i Bitlisi ve Ibn Kemal'in eserleriyle vermiştir.

Şehnamecilik,edebi tarihçiliktir ve bu tarz,Iran tarihçiliğinin ürünüdür.Bu tarihçiliğin ortaya çıkıp yaygınlaşmasında,Firdevsinin meşhur manzum destanı ' Şehname'sinin büyük rolü olmuştur.Süslü bir üslubu içerikten üstün tutan,olaylarda gerçeği aramak yerine,ahlaki değerleri ortaya koymayı amaçlayan ve yazarın içinde bulunduğu çevrenin görüşlerini aksettiren şehnamecilik,Müslüman hükümdarların saraylarında kabul görmüştür.

Şehnameler genellikle Farsça şiir olarak yazılmakta ve minyatürle süslenmektedir.Iran'da  yazılmış Şehnamelerde hayal ürünü ve romantik tasvirler yer alırken.Osmanl şehnamelerindeki minyatürler savaşları törenleri yani gerçek hayatı yansıtmaktadır.

Fatih döneminde  başarılı olamayan şehnamecilik  Kanuni devrinde resmi bir kurum haline gelmiş ve XVIyy sonlarına kadar,Iran'dan gelen yazarlar bu görevi üstlenmişlerdir.

En meşhur Osmanlı şehnamecisi olan Seyyid Lokman bin Hüseyin el şuri el Urmevi,yaklaşık 27 yıl sürdürdüğü bu görevi sırasında  Hünername,Şehname i  Selim,Şehinşahname,Zafername  gibi eserler kaleme almıştır.

Vakanüvis  ' Vak ' a yaza anlamına gelir.Bu tarihçiliğin özelliği olayların arka arkaya,yıl yıl anlatımaktadır.

XVI yy da ' Vakanüvir ' unvanı,tarih yazıcıları için  kullanılsa da bu görevin Divan ı Hümayun'a bağlı devamlı bir memuriyet olarak  ortaya çıkması,Naima ile başlamış ve Raşid den sonra devamlılık kazanmıştır.İlk resmi vakanüvis olana Halepli Mustaf Naima göreve getirimiş ve 1593-1660 arası tarihini kaleme almıştır.

Son vakanüvis,Abdurrahman Şeref tir.Yazdığı tarih ,II Meşrutiyeti gerektiren nedenleri,31 Mart olayını ,II.Abdülhamitin tahttan inidirilmesini ve Sultan Reşad 'ın bir ayını kucaklar.

Osmanlı Imparatorluğun yetiştirdiği en büyük tarihçi Ahmed Cevdat Paşa'dır.Ilmiye sınıfına yükseldikten sonra,uzun yıllar çeşitli bakanlık ve valiliklerde bulunmuş,Mecelle'yi hazırlayarak Osmanlu hukukunun yenileşmesine damgasını vurmuştur

Aynı zamanda Osmanlı Imparatorluğunun yetiştirdiği en büyük resmi tarihçi olan Ahmet Cevdet Paşa 1855 de vakanüvisliğe getirilmiştir.Ancak Cevdet Paşa bu tayinden bir yıl önce,Encümen i Danişn kararıyla 1774-1826  arasının  tarihini yazmaya  memur edilmiştir.Cevdet Paşa,evrak ve tarihleri inceleyerek  dönemin üst kademe devlet adamlarıdnan olayları dinleyerek ,çağdaş başka kaynaklarıda kullanarak '' Tarih i Cevdet '' adlı 12 ciltlik bir tarih yazmıştır.

Olayları yanlız tasvir etmemiş ,sebep sonuç ilişkilerine dikkat etmiştir.Eserinde Ibn Haldun'un tarih teorisini kullandığı gibi,önceki tarihçilerin perk yer vermediği Avrupa Tarihine yer vermiştir.
Ahmet Cevdet Paşa Vakanüvisliği döneminde 19 Şubat 1855-12 Ocak 1866 tarihleri arasında notlar da tutmuş ve vakanüvisliğinin sona ermesinden sonraki 7 yılı da içine alan ' Tezakir ' adını verdiği eserini kendinden sonraki Tarihçi Lütfi efendiye vermiştir.

Resmi tarih yazıcılığının yanı sıra bürokrasi ve ilmiye sınıfı kökenli birçok yazar da tarih alanında eserler vermişti.Bu şehrin,kalenin fethinin veya bir savaşın kazanılmasını anlatan eserler gazavatname ,zafernama,sefername denildiği gibi fetihname adıda verilir.

İlk örneklerine Arap edebiyatında rastlanılan  gazavatnameler ise,daha çok gayrimüslimlere  yapılan savaşları,anlatan eserlerdir.Genel olarak,gazanamelerde  tek,gazavatnamelerde ise,bir den çok savaş veya akın anlatılır.Yavuz Sultan Selim ile birlikte ise,bir hükümdarın  dönemini esas olarak yazılmış tarihler karşımızı çıkar.I.Selim'in ismine nispetle '' Selimname '' olarak anılan bu tarihler dönemin en önemli kaynaklarıdır.Kanuninin tahta geçmesinden sonra ' Süleynameler '' karşmızı çıkar.

Osmanlu tarihçiliği Iran menşeli edebi tarihçilik yerine ,klasik islam tarihçiliği ekolünde eser vermiştir.Osmanlı'dan önceki Islam dünyasında  oluşan bu tarihcilik anlayışı,olaylarla ilgili kaynakların  tespitine,rivayetlerin doğruluğunu  bulmaya çalışır.Bu yönden de belirli bir yöntem geliştirmiştirBu tü tarihçilikte kullanılan dil,Iran tarihçiliğine oranla çok daha sadedir.

Şuna da vurgulamak gerekirki, Osmanlı tarihçiliği tarih felsefesi alanında önemli bir teori de geliştiren İbn Haldunun etkisinde kalmıştır

Tarihçiler,genellikle devlet ileri gelenlerinden  birinin himayesinde olduklarından veya üst düzey birinin himayesini kazanmak istediklerinden,değerlendirmelerde, zaman zaman tarafgir olabilmişleridir..Bu yüzden,bir Osmanlı tarihi ,yazarı ve çevresiyle  birlikte değerlendirilmelidir.

Osmanlı tarihçiliğinde anlatım yıllara göredir.Her yılın sonunda o yıl içinde ölen önemli kişilerin biyografilerşde verilir.









Kaynakça:Prof Dr Erhan Afyonlunun Popüler tarihteki yazısından alınmıştr Mayıs 2004

 


 






Tuesday, June 4, 2019

KELTLER






Jul Sezar M.Ö 51 yılında kaleme aldığı bir yazıda şu sözlere yer verir '' Bizim Galyalı olarak adlandırdığımız ve kendi dillerinde kendilerine Kelt adını verenler...'' Kimdi bu Keltler ve neden Romalılar onlara ' Galyalı ' adını vermişlerdi ?

Yunanca ' Keltoi '',Latince ise '' Celtae '' sözcüğünden  türetilmiş olan 'kelt ' kelimesi  M.Ö yaklaşık 6.Yüzyıl civarında,yazarlar tarafından  bir ırkı değil ' barbar ' olduğu varsayılan bir topluluğu ifade etmek için kullanılıyordu.Bu Topluluğun kullandığı lehçeler de,bu dilin Hint Avrupa dil ailesi grubuna katılması  ve kelt dilleri adı altında anılmasına olanak verecek kadar,benzer sözcükler içeriyordu.

Çağımızdan önceki 1.Binyılın yarısında Keltler,Orta Avrupa'dan ayrılıp üst üste gelen dalgalar halinde ,Batı Avrupa'ya  doğru harekete geçtiler.Sonuçta da,Ren nehri ile Pireneler arasına ,Atlas Okyanusu'ndan Akdenize  ve Alpler'e kada uzanan alana yerleştiler.

Akarsuların çömertce suladığı,zengin maden yataklarına  sahip bu topraklara,90 civarında bağımsız Kelt topluluğu yerleşti.Yeni gelenler ,zaten tarım ve hayvancılıkla uğraşmakta olan yerli halkla karıştı ve madeni alet ve silahlar kullanmaya başladılar.Dillerini ve dinlerini olduğu kadar,adetlerini ,babadan oğula geçen bir şeflik üzerine  kurulu siyasi düzenlerini ve sanatlarını kabul ettirdiler.

Bu halkların her biri,köyünü bir tepenin üzerine kurup etrafını duvarlar çevirirdi.Romalıların '' Oppidium '' adını verdikleri bu yerleşme düzeni,Eski Yunan şehir devletleri  gibi bir görev üstlenmiyor,aynı biçimde ,hiç bir yönetsel bağ kendilerini tarihe kabul ettirmiş bu halk mozaini bir ulusa dönüştürmüyordu.

Keltler arasındaki tek bağı,yılda bir kez,bugünkü Fransa'nın Orleans kenti yakınlarındaki Carnutes Ormanında bir araya gelen druidler sağlıyordu.Druidlerin seçtikleri ruhani lider,ölünceye kadar  görevini sürdürürdü.

Druidler ,şövalyelerle birlikte,toplumun baskın sınıfını oluştururlardı.Görevleri ,yalnızca tanrılara kurbanlar sunmakla sınırlı kalmazdı.Onlar aynı zamanda yönetici,yargıç,kral danışmanı,öğretmen,hatta şair olurlar.
Drüidler '' yerlerin ve göklerin ilmine sahip '' olduğunu iddia eden seçkinler sınıfıydı ve ölümün yanlızca '' bir geçiş '' olduğunu zira onlara göre ruhun ölemeyeceği ögretisini yayıyorlardı.Tamamen sözlü geleneğe dayanan öğretileri,yazıyı kesinlikle yasaklıyordu.

Bugün,Keltler konusunda,en çok akla gelen tabiiki özellikle Fransızların aklına takılan soru neden Romalıların Keltlere ' Galyalı ' dedikleri sorusudur... Tarihçilerin bu soruya getirdikleri pek çok yanıt arasından biri,' Kelt' sözcüğünün ,onların kullandığı özel bir silahın adından türediğidir.Bir başka varsayım,daha inandırıcı görünür.

M.Ö V.yüzyılda  Biturigeler Kralı Ambigat,karşılıklı ticaret yapmakta oldukları bütün topluluklar  üzerinde üstünlüğünü sağlamıştı.Somme ile Garonne nehirleri arasında kalan topraklarında,barış ve refah hüküm sürüyordu.Çok zengindi;ama Keltler çok çocuk yaptıkları için,yiyecek  sıkıntısı çekileceğinden endişe ediyordu.Ayrıca savaş yanlısı yeğenleri Belloevese ve Segovese'nin büyük oğlunun mirasına göz dikmelerinden  korkuyordu.Bu yüzden onları yanına çağırarak yeni topraklar fethetmelerini istedi.Her biri kendisine büyük bir ordu oluşturdu.

Kadınlar,çocuklar,hayvanlar ve arabalarla bu ordular,bir daha geri dönmek üzere yola çıktı.

Serogevese kuzeye '' amber yoluna '' yöneldi.Belovese ise güneyin,Etrüsklerin bulunduğu bağlık ülkelerin yolunu tuttu.Düzensiz savaşcılar grubu ,köylere yaklaştığında ,bozuk yollar yüzünden sarsılan kümes hayvanları arabaların içinde bağırıp durduklarından,paniğe kapılan yerli halk,bir yandan  sağa sola kaçışırken,bir yandan da Latince 'tavuk ' anlamına gelen  ' gallina ' sözcüğünden türeterek '' Galli...Galli.. ' diye bağırıyorlardı.Böylece Keltler Galyalı diye anılmaya ,geldikleri topraklarada Galya denilmeye başlandı.

Bellovese ve onun soyunda gelenler,Italya'nın kuzeyine yerleşip Mediolanum'u ( Milano ) kurdular.MÖ 386 yılında Senonlu Brennus,Allia'nın kıyılarında ,Roma ordularını darmadağın edip Roma'ya girdi.Capitolium'a saldırmaya hazırlandı ama Romalı komutan  Camilius,Brennus'u kaçmak zorunda bıraktı

Aradan bir kaç on yıl geçtikten sonra,Segovese'nin soyundan gelenler,kendilerine katılan Tectosageler ( bugünkü Toulouse ) ve Belçikalıla  ile birlikte,Tuna kıyılarında savaştılar..

M.Ö 335'te Büyük Iskender,Galyalı şeflerden birini çağırarak,kendisiyle  ' paralı askerlik ' sözleşmesi yapmak ister.Galyalı kendi kendisini efendisi olduğunu söyler ' Demek Iskender'den korkmuyorsun ' sorusuna da Galyalı Şef ' Galyalılar korku nedir bilmez.Onların tek çekindiği,göğün başlarına yıkılmasıdırı ' der..

Iskenderin ölümünden sonra,Makedonya'nın merkezi Pella'yı ele geçiren Galyalıların korktukları,gerçekten başlarına gelir : Delphide büyük deprem yaşanır !

Delphie felaketinde sonra,Yunanlıların ' Galatlar ' adını verdiği Galyalılar artık yerleşme zamanının geldiğini düşünürler.Brennus'un yerine geçen  Bathanattos barışçı Scordisci Krallığını kurar.Kendisinden sonra da yaşayacak Singidunumum ( Belgrad ) şehrini inşa eder.

Komontoriıs ise,Trakyalılara savaşır;aşağı Tuna ile Marmara denizi arasında kalan tüm toprakları ele geçirir,Sonunda Galatlar,Bizans ile uyum içinde yaşamaya başlarlar,ama Lutorios ve Leonnorios gibi bazı şefler,Asya'nın içlerine doğru ilerleme arzusuna kapılırlar.

Önlerine bir fırsat da çıkar : Bitinya'nın kralı I.Nikomedos kardeşine karşı savaşmak için Gotlar ile anlaşır.' Kelt savaş gücü ' sayesinde  tüm Bitinya 'ya boyun eğdirir.Galatlar çabalarının ödülü olarak ,Doğu Frigya'ya sahip oldular .Bu bölge Nikomedes'in Bitinyası ile Anthiokos'un elindeki Suriye Toprakları arasında tampon bir bölge olur...

Roma'nın tersine Keltler  hiçbir zaman ımparatorluk kurmadılar.Avrupa ya da Asya 'daki  her kelt topluluğu kendi kaderini yaşadı.Topraklarının arka arkaya Roma tarafından ilhak edilmesi ,Keltlerin ana yurdu Galya'nın refahını hiç bozmadı.

M.Ö 120'de Roma,Galya'nın güneydoğusunu ilhak etti.Alpler'in ardındaki Provincia bölgesi,Galya'nın Romalılaştırılmasındaki ana merkez oldu.Roma benzari kentler kurulup topraklar gazilere dağıtıldı.Latince resmi dil haline geldi.

Galya topraklarındaki bu ilk Roma işgalinin ağır sonuçları olacaktı.'' Roma halkının kardeş ve orta kan taşıyanı '' unvanıyla ödüllendirilen Aedunuslar,krallarını devirip toplumun ileri gelenlerinden oluşan meclisin her yıl seçtiği bir şef tarafından yönetilen,aristokrasiye  dayalı bir Cumhuriyet kurdular.

Aedunuslar, Galya'nın en kuvvetli halkı olmuşlardı.İtalyan tacirler,Roma uslubu taş yapıların inşa edilmeye başlandığı başkent Bibracte'a yerleşmeye başladılar.Saone nehir üzerindeki Chalon sur Saone hareketli bir Nehir ticareti gemicileri Zenginleştirdi.Bronz,demir ve mine işinde ustalaşna Galyalıla ahşap işlerinde de iyi bir şöhrete sahip oldular.

Bu refah ortamında,M.O 60 yılına doğru,Celtil adındaki bir Arveri ,Besanconlu Sequanuslar ile ittifak kurarak ülkenin kuzey güney ekseni üzerindeki Aedunuslara savaş açtı.Müttefikler eylemlerini başarıya ulaştırmak için de Süevlerin Germen şefi Ariovistus'u yardıma çağırdılar.

Böylece Germenlerin yardımıyla,Aedunuslar yenildiler.Ancak zafere katkısı olan Ariovsitus bunun karşılığında toprak talebinde bulundu.Aedunuslar,Ariovistus'tan kurtulabilmek için,eski düşmanları Sequanuslar ile işbirliğine girdiler,ama başarılı olamadılar.

Bunun üzerine Aedunuslar,Dumnorix adlı liderlerinin önderliğinde yabancı müdahelesini reddeden ve geleceklerini yanlızca Galya'nın iradesinde gören bir parti oluşturdular.Planının gerçekleşmesi durumunda krallığı yeniden kurmayı ümit eden Dumnorix,mağlup Sequanus Kralı ve Helvetlerin lideri Orgetorix ile ittifak kurdu.

Bu Üçlü ittifak ,dağlardan ayrılıp Galya'nın batısına yerleşmeyi arzulayan Helvetlere yardım etti.Bu haber panik yarattı.Helvetlerin göçü,geçtikleri bir yerde tahribata yol açabilirdi.

Bir yıl sonra,M.Ö 58'de Jul Sezar ' Provincia Prokonsulu ' oldu.Aedunusların  bir druidi olan Diviciacos,kardeşi Dumnorix'in görüşlerini paylaşmadığından,yeni konsul Jul Sezar'a gidip,Helvet savaşçıların  Galya'yı  boydan boya geçmesi durumunda,eyaletin karşılaşacağı tehlikelri kendisine bildirdi.Jul Sezar karşısına çıkan fırsatı kaçırmadı.Aedunuslara yardım etmek  bahanesiyle,lejyonlarıyla bağımsız Galya topraklarına girdi.Helvetleri dağlarına geri gönderdi.

Ancak bu zaferinden sonra,kışı geçirmeleri için Lejyonlarını Galya'da bırakıp kendisini geri döndü.Lejyonlar bir işgal ordusu gibi davranıp yağma ve taşkınlıklara giriştiler.Durumunda endişe duyan Belçikalılar bir koalisyon oluşturdu.Ertesi bahar geri dönen Sezar,Isyancıları kılıçtan geçirdi.

Galya savaşları başlamıştı ve altı yıl sürecekti.Yeni bir dünyaya adım atılıyordu.Galyalılar bağımsızlıklarını ,druidler güçlerini kaybedecek,Roma cumhuriyet yönetiminden vazgeçecek ,ilk Roma Imparatoru Octavius Augustus ismini alacaktı.

Galya,Belçika,Lyon ve Aquitaine ,Imparator'a bağlı üç valinin otoritesi altına girdiler.Her kent,Galyalı ileri gelenlerden oluşan ve kendi 'duumviri'leri ( iki üst düzey yönetici ) seçen bir heyet tarafından idare edilmeye başlandı.

Eski Provincia eyaleti ise ' Narbonnaise ' ismini aldı.Aşağı ve yukarı Germanya  askeri eyaletleri ,Ren Nehri sınırının korumasını sağlıyordu.Bu tarihten itibaren Galya'nın kaderi,Roma'nınkine sıkı sıkıya bağlandı. M.S  1 ve 3 yüzyıl daki Galya Isyanları aslında birer hanedan krizi sonucunca patlak vermişlerdi.Bölgedeki farklı Galya topluluklaru arasındaki adaletsiz vergi düzeni,büyük hoşnutsuzluklar yaratsa da,genel bir ayaklanmaya yol açmıyordu.

Sayıları giderek artan ve roma tarzı yapıtlarla süslenen kentlerde Latince konuşuluyordu.

Giderek gelişen bir karayolu ağı üzerinde ticaret gelişiyordu.Çömlekçilik neredeyse bir sanayi boyutuna erişiyor;üretilenler  tüm imparatorluk topraklarında satılıyordu.Önde gelen şahsiyetlerin çocukları,Latince okuam yazma öğreniyorlardı.Üniversiteler kuruluyor;artık druidler kurallarını toplumlarına dinletemiyor,Roma tanrıları  ile yerli halkın tanrıları birbirleri içine giriyordu.

Caracalla'nın hükümdarlığı sırasında M.S 212 yılındada ,tüm Galyalıla  Roma vatandaşı kabul edildiler






Kaynakça : Popüler tarih Mayıs 2004











görevi

OSMANLI SARAYINDA BAYRAM SABAHLARI

Osmanlı İmparatorluğunda bayramlar yerleşmiş kuralları olan törenlerle kutlanırdı.İki önemli bayram vardı;Ramazan ve Kurban bayramları.Ramazana bayramı'na '' Iyd-i Said i Fıtr '' Kurban bayramına ise '' Iyd-i Adha '' denilirdi.Bayramlar,Müslümanların Medine'ye hicretinden sonra,yani 634 te başlamıştı.

Ramazan Bayramı üç,Kurban bayramı ise dört gündü.Ancak devletin zor durumda olduğu zamanlarda ,bayramlard tatiller kısa tutulmuştur.Örneğin 1919 yılı Kurban Bayramı'nda ,ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle bayramın üçüncü ve dördüncü günleri,devlet daireleri açılmış ve bütün memurlar işlerinin başında bulunmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Ramazan ayında iken,bayramın başlaması için Sevval ayının girdiğinin  işareti olarak hilalin görülmesi beklenirdi.Eğer Ramazan'ın 29 unda hilal görülmezse ,Ramazan'ın 30 unda top atılarak ertesi günün bayram olduğu ilan edilirdi.

Hilal görülmediği takdirde bu şekilde bayram gününün tespitine '' Tekmil i Selasin ' denilirdi.Kurban Bayramı'nda da aynı durumuna göre ,Zilhicce ayının birinci günün tespitiyle Arife ve Bayram günü belli olrud.Ramazan'ın başlangıcını bitişini,Kadir Gecesi'ni ve Kurban Bayramı'nın ne zaman olduğunu belirlemek,Istanbul Kadısının göreviydi.Kadı bugünleri tespit ettikten sora Saray'a bildirir,daha sonra da durum halka ilan edilirdi.Saray'a bu günleri bildiren  Istanbul kadısı yüklü bir bahşiş alırdı.

Arife günü ,ikindiden itibaren  Ramazan bayramının üçüncü günü,Kurban Bayramı'nın dördüncü günü akşamına kadar,hergün top atılırdı.Bu toplar genellikle  Tersane'den ve Donanma'dan ateşlenirdi.Bazen limanda bulunan yabancı bandırali gemilerde top atarlardı.Ramazan ve Kurban bayramı öncesi ,Arife gecesi bütün cami ve mescitlerin kandilleri yakılırdı.

Tahrir'l Mevlevi'dde yayımlanan 1921 tarihli bir yazıda,eski bayramlar şöyle anlatılırı: Başta Istanbul olmak üzere her şehirde Arife günü hamamlar sabaha kadar açık olurdu.Genelde Hamam işi son güne bırakıldığı için,hamamlarda iğne atsan yere düşmezdi.Şekerci dükkanları da geç vakte kadar çalışırdı.

Bayram sabahı gün ağarmadan davulcular namaz için halkı uyandırırdı.Ardından toplar atılarak halk sabah namazına çağrılırdı.Aile reiseri erkek çocuklarını da alarak camiye gider ve sabah namazını kılardı..Daha sonra camilerde kürsüye çıkan vaizler,Bayram namazı vakti gelinceye kadar camiide bulunanlara vaaz verirlerdi.

Namazdan sonra genelde birbirini tanıyan insanlar bayramlaşıp mezarlıkların yolunu tutarlardı.Mezarlık ziyaretlerinde ,ölmüş büyüklere dualar edildikten sonra,herkes evine giderdi.Büyüklerin ellerini öpen çocuklar ,daha sonra yeni elbiseleriyle  komşuları dolaşırlardı .Bu ziyaretlerde el öpen çocuklara bayram harçlığı ve mendil verirlerdi

Mahalle bekçileri ve Ramazan davulcuları  ev ev dolaşarak  bahşişlerini toplarlardı.Eğer mendil ve kumaş verilirse bu bir sırığa bağlanırdı.Bunların ardından  tulumbacılar,daha sonra çöpçüler ziyarete gelirdi.

Bu ziyaretçileri uğurlayan ev sahipleri,yola düşerek ilk gün yakın akrabaları olan büyüklerini ziyarete giderlerdi.Bayramda eve gelen insanlara önce şeker,ardından da kahve ikram edilirdi..Ancak şeker öyle bir tane verilmez,şeker tepsisi misafirin  önüne konulurdu.Misafir tepsiden istediği kadar şeker yerdi.

Memurlar bayramlaşmak için kendi çalıştıkları  yerin amiri olanların evlerine giderlerdi.Ancak bu durum çok masraflı olduğu için ,Tanzimattan sonra 1845 te bir karar alınarak bu uygulamaya son verilmiştir.

Bu tarihten sonra,memurlar,amirleriyle ,işyerlerinde bayramlaştılar.Bayramın bitmesinden sonra,resmi dairelerdeki memurlar işyerlerinde  önce kendi aralarında  bayramlaşır,ardında da bayram tebriki için önce müdürlerinin,daha sonra da müdürleriyle birlikte,bakanlarının yanlarına giderlerdi.Bu işler bittikten sonra ,farklı dairelerin  memurları,birbirlerini  ziyaret ederek,kendi aralarında bayramlaşırlardı.

Resmi bayramlaşmalar,bayramdan önce başlardı.Tanzimat'tan sonra çeşitli günlerde olduğu gibi,bayramlarda da bir mektup veya telgraf  ile bayram tebriki usulü başlamıştı.Memurlar ve müdürler amirlerinin ve padişahın bayramını mektup veya telgraf ile kutlarlar ve sadakatlerini arz ederlerdi.Bayram tebriki gönderenlerin bir listesi yapılarak padişaha sunulurdu.

Daha sonra bunlara tebriklerinden duyulan memnuniyeti belirten cevap yazısı gönderilirdi.

Bayram tebrikini yalnız müslümanlar yapmazdı.Ermeni patriğinden keldani patriğine,Ortodıks Metropolitlerden  Karadağ prensine kadar herkes padişaha bayram tebriki gönderirdi.

Bayramlarda düzenlenecek törenin teferrutau Teşrifat Kaleminin işiydi.Padişah için düzenlenecek tebrik töreninin teferruatı bu '' Daire '' tarafından hazırlanır ve işlemler buna göre yürüdü.Ramazan bayramı namazı ve Bayramlaşma merasimine katılacaklara,davet tezkireleri dağıtılırdı.

Osmanlı sarayındaki bayramlaşmanın nasıl yapılacağı Fatih Kanunnamesi ile belirlenmişti.Bu Kanunnameye göre,padişah bayram sabahı namazını Hırka i Saadet Dairesinde kılar,daha sonra bu yerin önüne taht konulurdu.

Padişah tahta oturunca  orada bulunan  hocalar dualar okurlar,ardından görevliler  bunlara hediyelerini verirlerdi.Mehter çalmaya başlayınca bir taraftan da topluluk hep bir ağızdan '' Bu gibi günlere yetişmek her zaman müyesser ola '' diye bağırır ve dua edilirdi.

Osmanlı Padişahı  ile bayramlaşma  hakkı olanlar ,kanunnamede belirlenmişti.Bu hakka haiz olan kişiler sabah namazını  Ayasofya Camii'nde  kıldıktan sonra  Saray'a gidip  Divan ı Hümayun da toplanırdı.Topluluğun geldiği haberi padişaha iletilince, oda bunun üzerine Arz odasına geçerdi.

Daha sonra da görevlilerin dizildiği yoldan ,tahtın bulunduğu yere gelirdi.Burada padişahı karşılayan Nakibüleşraf dua ederdi.

Tören sırasında kimin nerede duracağı en ufak detayına kadar belliydi.Örneğin,Padişahın oturduğu tahtın arkasında,sağda Darüssaade ağası,solda da silahtar bulunurdu.Buradaki tören sırasında nehter durmadan çalarlardı.

Padişah tahta oturduktan sonra devlet adamlru rütbelerine göre,sağ taraftan gelerek padişahın eteğini öperlerdi.Vezirazam,kazasker gini görevliler etek öperken Padişah ayaga kalkardı.

Bu üst düzey ricalden sonra sıra defterdar,nişancı reisülküttap ,defter emini gibi bürokratlarındı.Ancak bunlar,öncekiler gibi etek değil eşik öperlerdi.Şeyhülislam  ise,Padişahın önünde eğilir ve elini öperdi.

El etek öpme işlemini bitiren  görevliler,kendileri için belirlenmiş yere geçerek tören müddetince ayakta dururlardı.Kapıkulu ocaklarının üst düzey subayları da bu bayramlaşmada bulunurdu.

Törenin bitiminden sonra Padişah Has Oda'ya geçerek bayram namazı için üstünü değiştirirdi.

Bayram namazı büyük camiilerden birisinde,genellikle Saray'a yakın Ayasofya veya Sultanahmette kılınırdı.Bayramdan önce Padişaha namazı nerede kılacağı sorulur,buna göre hazırlık yapılırdı.

Padişah Haremden çıkıp,özel olarak süslenmiş atına biner ve Babüsselam Kapısı önünde kendisini bekleyen devlet adamlarıyla birlikte,camiye doğru yola çıkardı.

Devlet ileri gelenleri rütbelerine göre ya atlı olarak ya da yaya,Padişahı takip ederlerdi.Camiye gidip ,namaz kılındıktan sonra da aynı düzen içerisinde Saray'a geri dönülürdü.Bayram namazı için yapılan bu gidiş ve dönüşe '' Bayram Alayı '' denilirdi.

Bayramın ikinci günü Padişah Yenisaray'da yani Topkapı Sarayı'nda bulunan Köşkünde bulunurdu.Buraya kaymakam ,şeyhülislam ,kaptanpaşa gibi görevliler,maiyyetleri ile birlikte gelirler ve bayram tebriki için bir tören düzenlenirdi.Bayramın üçüncü günü ise,padişahlar  eski geleneklere göre,Eski Saray 'da cirit oyunu seyrederlerdi.

Bayram nedeniyle Harem Halkının istediği zincir,küpe ile gerdanlık,broş gibi mücevherat,Saray'ın bu tür ziynet eşyasını aldığı kuyumculara bir mektup ile bildirilerek temin edilirdi.

Bayram nedeniyle Padişah tarafından fakirlere yardım yapılırdı.Imparatorluğun dağılma döneminde zor durumda bulunan göçmen çocuklarını bayramlarda giydirmek de bir gelenek haline geldi.

Bayramdan önce subaylar ve memurlara birer maaş ikramiye dağıtılırdı.Devlet hazinesinin zor durumda olduğu dönemlerde,bazen bu ikramiye yarım maaşa düşürülmüş,bazen de hiç verilmemiştir.

Ayasofya,Sultanahmet,Süleymaniye,Fatih gibi büyük camilerin şeyhlerine ve önde gelen ulemaya '' Kürk bahası '' ,'' Iftariye '' adı altında hediyeler dağıtılırdı.Bayramlarda asker şeker,kuzu,helva ve salata verilirdi.Zaptiyeye ise birer adet fes ve püskül verilir  veya bedeli ödenirdi.Bayramın birinic günü,hapishanelerdeki mahkumlara helva dağıtılırdı.Bayram nedeniyle cezasının üçte ikisini çekmiş mahkumların bir kısım da affedilirdi.






kaynakça: Popüler tarih 2003  Buğra Tokatlı yazısından alınmıştır.










Monday, June 3, 2019

ENDULUS'UN GORKEMI UZERINE BIR DENEME





Bu yazıda size Iber yarımadasındaki ne müslüman fetihlerinden ne de tarihinden bahis edeceğim.Yanlızca size Endülüs'ün Görkeminden bahis etmek isterim.Ispanyol altın çağı Franciscı  de Vitoria,Bartoleme de Las Casas,Pedro de Cordoba gibi pek çok hümanist ve filozof ortaya çıkarmıştır.Bu düşünürler Insan hakları ve demokrasinin ilk temellerini atmışlardır.Ancak onların temelleri ise Endülüstür.


 Bu hümanistler Ispanyol düşünce dünyasında yer alırken bile,Castilla yönetimin,müslüman ve musevi ispanyollara  karşı giriştiği ,gerek ayrımcı,gerekse zorla hristiyanlaştırmaya dayalı asimilasyonist siyaset sürecektir.X.yüzyılda ıspanyolların büyük bir çoğunluğu  müslümanken,1600 yılında Ispanya nüfusunun sekiz milyon olduğu tarihte,hristiyanlaştırılmaya karşı direnişi sürdüren  müslümanların yanlızca sekiz yüz bin  dolayında olduğu sanılmaktadır.Bunlardan yaklaşık altı yüz bini Kuzey Afrika'ya gönderilmek üzere yurtlarında kovulacak,dörtyüz elli bin kadarı kötü yolculuk koşullarında hayatını kaybedecekti.Castilla'nın,musevi yurttaşlardan sonra ,müslüman yurttaşlardan da kurtulurken kazandığı,onların bıraktığı zenginlikler olacaktır.Bunlara el koyulmasını meşrulaştırmak için de,geleneksel ayrımcı mantıkla,müslümanların '' doğruluğu tartışılamayacak hristiyan ilkelere aykırı ! '' ,sefih bir yaşam sürdürdükleri  iddia edilecektir.

Ama,o dönem Ispanayasının ekonomik ve askeri üstünlük yanında,göz kamaştırıcı ,bir düşünsel üstünlük de sergilemesini sağlayan en önemli etkenlerden biri,acımasızca kovulan ,eski yurttaşlarının bıraktığı kültürel mirastı.X,yüzyılda  dünyanın en ayrıcalıklı bölgesi olan Endülüs,örneği pek az görülmüş bir dini ve düşünsel hoşgörüyle ,özgürlüğün merkezi olmuştu.Ramon Menendez Pidal'e göre,bu konumda,IX ve XII yüzyıllar  arasında,dünyanın en büyük uygarlığı olan arap uygarlığının ve latin kültürüne açıkca üstün olan arap kültürünün ağırlıklı bir etkısı vardı.Ispanya'nın  güneyi yada Endülüs,gelenekleri,sanatı ve ideolojisi açısından ispanyollaşmış bir islam dünyası olarak,Avrupa'dan kopuk bir Asya -Afrika kültürel alanının parçasıydı.Avrupa'ya daha yakın hristiuan Kuzey Ispanya'ysa ,güneyin kültürel etkisini taşıyor ve Batı'yla Doğu arasında bağlantıyı 
sağlayan önemli bir tarihi rol oynuyordu.Ispanya,durağan bir Avrupaya ,düşünsel,edebi,bilimsel ve teknik kazandıran bir ülkeydi.

Bir iddiaya göre,X.yüzyılda yanlızca  Cordoba'da yarım milyon insan yaşıyordu ve kentte iki yüzbin ev ,altmış bin konak,altıyüz camii,yedi yüz hamam ve yetmiş kütüphane bulunuyordu.Müslümanlar,Ispanya'ya  herşeyden önce,yeni bir tarım tekniği kazandırarak ,bu ülkeyei Avrupa'nın diğer ülkelerinin önüne geçmişlerdi.Hayvancılık ve özellikle at yetiştiriciliği çok gelişmişti.Geleceğin şövalyelerin binecekleri  yarım kan arap atlarını,müslümanlar yetiştirmeye başlamışlardı.Cordoba'nın kalkanlar,Toledo'nun kılıçları tüm dünyada ün salmıştı.Murcia,bakırcılık ve demircilikle en gözde kentti.Malaga yakutlarıyla dillerdeydi.Yine Cordoba,dünyanın dericilik,halıcılık ve kumaşcılık alanındaki en üretken bölgelerinden biriydi.Hollandalo bir bilginin aktardığı kadarıyla,o dönemde,Avrupa,kilise tekelinde,bilgi kırıntılarıyla gün geçirirken ,Endülüste hemen herkes okuma ve yazma biliyordu.

Bu dünyada,Renan'ın  sözcükleriyle '' aynı dili konuşan,aynı şiirleri okuyan,aynı edebi ve bilimsel etkinliklere katılan müslümanlar,museviler ve hristiyanlar ,insanlar arasında varolabilecek tüm engelleri kaldırmışlar,ortak bir uygarlık adına ,hep birlikte,gönülden çaba göstermişlerdi;binlerce öğrenciyi toplayan Cordoba camiileri,etkin felsefi ve bilimsel çalışma merkezlerine dönüşmüşlerdi ''
Yanlızca Avrupa'da değil,Arap dünyasında bile,Bağdad ve Kahire üniversitelerini aşarak,birinci sıraya geçen Cordoba Üniversitesinde ,felsefe,matematik,astronomi,simya ve tıp dallarında büyük bir etkinlik görülüyordu.

Atardamarları bağlamak için çarpıcı cerrahi yenilikler,'' El tasrif li-men acize an el-telif '' adlı tıp ansiklopedisinin yazarı Ebülkasim el Zehravi ( Albucasis ) sayesinde ,bu üniversitede  gerçekleştirilmişti ve tüm Avrupa ameliyat olmak için buraya akıyordu....Toledolu Ibn Vafid,'' Kitabül-havass '' ve '' Kitab ül-edviye'nin  yazarı Sevillalı Ibn Zühr ( Abulelizor ),onun oğlu olan ve perikardit iltihabıyla ,mide kanserini ilk tanımlayan '' Kitab ül-teysir fil'l-müddavati ve tedbir'in yazarı Ibn Zühr ( Avenzoar ) ,yine tıp dalında deneysel yaklaşımlarıyla modern bilime öncülük ediyorlardı.....

Dönemin en büyük botanisti sayılan Malagalı İbnü'l Baytar '' Kitab ülcami'li  müfredat ül-edviye ve l'agziye'sini yazıyordu.... Sevilyalı İbnü'l Avvam tarım konusunda Orta Çağ'ın önemli çalışmalarından '' Kitabü'l-Filaha'yı '' ortaya çıkarıyordu...Gözde gökbilimciler,tarihçiler,dilbilimciler,şairler...bu erken Ispanyol Altın Çağında belirmişti....Felsefe alanındaysa birçok büyük düşünür yetiştirmişti:Empedokles  düşüncesinin Ispanya'daki izleyicisi,Cordobalı Ibn Messere ( 883-931 ),felsefeyle tasavvufu bağdaştıran bir öğretiyi Batı düşüncesine taşıyan Endülüslü olmuştu.....Cordobalı ( 994-1064 ) bir şair,tarihçi ve dinbilgini ,söylentiye göre de çeşitli bilim dallarında dört yüzden fazla çalışmanın yazarı olan  Ibn Hazm,ilk karşılaştırmalı din incelemesi olan yapıtında,Kutsal Kitap'taki çelişkin anlatılara dikkati çekmişti.Avrupa sözkonusu  çelişkilerin  farkına beş yüzyıl sonra varacaktı..... Malagalı( 1022-1070 ) 
Yehıda Ben Gabirol ( Avicebron) '' Yenbuü'l hayat adlı felsefe yapıtıyla,Aristoteles ve Platinos  düşüncesini kaynaştıran bir tür yeni platonculuk 'un ileride Spinoza'yı da etkileyecek en önemli temsilcisi olarak belirmişti......'' Tedbir ül mütevahhid '' adlı eserinde,Eflatun ve Farabi'den yola çıkarak yetkin yönetim ve erdemli davranışlar üstüne yazan Zaragozalı ( -1139 ) Ibn Bacce ( Avempace ),Ibn Tufeyl ve Ibn Rüşd'ü etkilemişti.....

Tudelalı ( 1092-1167 ) Abraham Ben Meyr de,yine Yeni Eflatuncu düşüncesiyle ,bir Spinoza habercisi olacaktı... Toledolu ( 1110-1180 ) Abraham Ben David Halevi,Moşe ben Maymon öncesi en önemli Musevi Aristoteles yorumcusu  olarak belirmişti.... Cadizli ( 1106-1185 ) Ibn Tufeyl ( Abubacer ),'' Hayy bin Yekzan '' adlı ünlü kitabında,çölde doğup bir ceylan tarafından yetiştirilen kahramana,yüce gerçekleri anlamasını sağlayacak felsefi bir yetkinlik kazandırıyordu. 1671 yılında Latinceye çevrilen kitabın,Daniel Defoe'nun Robinson Crusoe'sine esin kaynağı olduğu söylenmektedir,ama bu kitap,örneğin Baltasar Gracian gibi,aynı konuyu işleyen bir çok altın çağ düşürünü de yönlendirmiş olabilir. 

Cordoba'lı ( 1126-1198 ) Ibn Rüşd'e ( Averroes ) gelince,bu düşünür,Aristoteles'i yeni platoncu etkilerden arındıran büyük bir yorumcu olarak '' Kitab ma'bad it-tabi'a  ve Hüve'l kısma ür-rabi'min telhisi makalatı Aristo '' ,Batı düşüncesine çok şey kazandırmıştır.Ortega y Gasset'e göre,ilk skolastik düşünürler,batılı hristiyanlar değii,doğulu Araplardı.Aristoteles'i Ibn Rüşd ve Ibn Sina'dan ( Avicenne ) öğrenen Aquinolu Tommaso,Summa....sını,onları eleştirmek için yazacaktı.Ibn Tufeyl,Ibn Rüşd gbi öncü Ispanyol Arab skolastikleri,çelişkin bir biçimde,Altın Çağ'da skolastik düşünceyi yıkacak olan Usçuluk'u Batı düşüncesine kazandırmışlardı.Ve dini dogmalara karşı,gerçeği arayanın düşünsel özgürlüğünü savunan Ibn Rüşd,bir inançsız sayılarak,gerek müslümanların gerekse musevilerin ve hristiyanların tepkisini üzerine çekmişti...

Ondan kısa süre sonra,hem Ibn Tufeyl'den ,hem de Ibn Rüşden etkilenen Cordobalı ( 1135-1204 ) Moşe ben Maymon ( Maimonides ),gerek ibranice ( Mişna Torah ) gerek Arapça (' Delalet ül Hainin ) yazdığı kitaplarında,musevilikle müslüman Aristotelesçilik 'i ya da akılla inancı uzlaştırmaya çalışacaktı.... '' Fusuu ül Hikem '' ve '' Fütuhat ül Mekkiye '' adlı kitapların yazarı Sevillalı İbn'ül Arabi farklı düşünce sistemlerini ve dini akımları kaynaştırarak oluşturduğu  geniş Vahdet'i Vücud felsefesini  Anadolu'ya taşımıştı....Murciali İbn Sebin de ( ö 1270 ),'' Budd ül-arif '' adlı kitabında,Yeni Platonculuk'tan esinlenerek bir tür Vahdet i Vücud öğretisi geliştirmişti...

Şemtor ben Yasef ( 1125-1295 ),gelenekçileri  öfkelendiren  Moşe ben Maymon'un çalışmalarını savunurken ,musevi Ortodoksluğu felsefeyle uzlaştırmaya çalışmıştı..Ortaçağ'ın en büyük düşünürlerinden ve tarihçilerinden biri olan,Granadalı ( 1313-1375 ) İbn'ül Hatip,tıptan tarihe,şiirden felsefeye,altmışı aşkın kitap yazmişti.Granada tarihine ilişkin '' El ihata fi tarih Gırnata '' sından,batılı tarihçiler uzun süre yararlanmışlardı...

Bu müslüman ve musevi düşünürler,bilim adamları,sanatçıları Batı'yı Antik Çağ düşüncesiyle karşılaştırarak oluşturan öncülerdi.Onların saygınlığı,Cordoba ( Kurtuba ),Sevilla ( İşbiliye ),Toledo ( Tuleytule ),Zaragoza ( Sarakusti ),Granada ( Gırnata ),Cadiz ( Kadis ),Murcia ( Mursiye )...gibi kentlerin görkemli eğitim kurumlarına,tüm hristiyan Avrupa'nın laik ya da din adamı aydınlarını çekmişti.Ama aynı kurumlar,hristiyan egemenliğine geçildikten sonra da,güçlü miraslarıyla,büyük düşünsel  etkinlik odakları olarak varlıklarını sürdürmüş,Altın Çağ'a damgalarını vurmuşlardı....Bu gerçeğin en somut kanıtı '' Mozarap ''diye adlandırılan Katolik din adamlarının bıraktığı  arapça yazılmış metinlerdir: Müslüman Ispanya'nın Hristiyan aydınları ,yoğun bir düşünsel ve kültürel hayatın cazibesine kapılmışlardı.Dini işlevlerinde latinceyi kullanmak zorunda olsalar da,kültür dilleri arapçaydı.Henüz dini kinlerin yeşermediği yarımada,çok kültürlü yapısını kuzeydeki hristiyan topraklara taşıyor,Mozaraplar buradaki manastırlarda görev alıyorlardı....Buna karşılık,Hristiyan krallarda ,geleceğin egemenleri olacak veliahtları ,eğitim yapmaya  müslüman üniversitelerine gönderiyorlardı....İşte Katolik Ispanyol egemenliğini her türlü kaygının önüne çıkaran emperyalist düşünürlerin  görmezden gelmeye çalışacağı şey bu gelenektir: Avrupa Ortaçağının müslüman ve musevi uygarlıklardan  soyutlanamayacak  bir dönem olması....Ve Hristiyanlık'ı seçmek zorunda bırakılan birçok müslüman  ve musevinin fiziksel varlığıyla beslenmiş liberal bir kültürün zenginliği...

Ancak,bu görkemli uygarlık,Katoliklik'in yoğun saldırısına uğramadan önce,kendi kendine sarsılmaya başlamıştı.Ülken XIII yüzyıla kadar düşünsel hoşgörünün merkezi olan Endülüs'ün ,uğradığı  göçebe akınları yüzünden ( Murabikin ve Muvahhidin devletlerinin  kuruluşu ) bu hoşgörü ortamından uzaklaştığını ,tarikat ruhu ve bağnazlığın bir kara bulut gibi batı İslam dünyası üzerine  çöktüğünü,birçok bilginin doğuya göçettiğini  belirttikten sonra şöyle der: Sekiz yüzyıl Endülüs'te oturan ve burada hür şehirlerden her birinde ayrı bir bilim ocağı kurarak üstün bir medeniyet hayatı yaşayan,Hristiyan ve Yahudilere  de her türlü çalışma hürlüğü veren Araplar ,memleketlerini büsbütün bırakarak  taassubun hüküm sürdüğü Kuzey Afrikaya çekilmek zorunda kaldılar.Ondan sonra da,bu çöküş devrinin tarih filozofu Ibn Haldun bir yana bırakılırsa ,kimse yetişmedi.Yanlız XIII.yüzyıl sonuna kadar latinceye çevrilmiş olan eserlerin çokluğu medeniyetin yürüyüşünü sağladı.







n.b : Cemal Bali Akal'ın Modern Düşüncenin Tarihi adlı eserinde alınmıştır








Sunday, June 2, 2019

YENI DUNYANIN HEDIYESI FRENGININ DUNYA YA ETKISI UZERINE BIR DENEME


XVII yüzyıldaki birçok Avrupalı gibi,şakacı Fransız yazar Voltaire'de Frengi hakkında çok düşünmüş,çok fikir yürütmüştür. Frengi,o dönemin AIDS Hastalığı gibi idi ve her beş Fransız dan biri bu hastalığı kapmıştı.Voltaire bu hastalığı '' Insanlığın ortak düşmanı '' olarak nitelendirdi.
Kitaplarındaki karakterler  frengi üzerine şakalar yaptılar,dedikodular ettiler ve frengi yüzünden öldüler.Ünlü eseri ' Candid' de  Dr Panglos her ortaya çıkışında,vücudunun  yeni bir kısmını frengiye,kaptırmış olur.Avrupa'nın hastalıklı hali,Voltaire'e iktidarın doğası hakkında bir iki şey öğretmiştir.

Kısa bir fablında,dünyayı iki kız kardeşin yönettiğini öne sürer.Çiçek ile Frengi.Yaşlı kardeş '' Avrupa da çok eski zamanlardan beri bilinir '' ve zamanının çoğunu  'insanlaeın görüşünü bozmakla ' ve ' güzellikle savaşmakla geçirir ''.Genç olanı Amerikanın yılanlarlar dolu topraklarında yaşar ve '' güzelliği yararlı ve değerli kılan  herşeye doğrudan saldırır '' İki kardeş,her biri kendi krallığında mutlu,beşbin yıl ayrı yaşarlar.Voltaire'e göre  XV yy da '' Ispanyol donanmasıyla yolculuk ederek '' birbirlerini ziyaret etmeye başlarlar.Değişiklikten iki si de memnundur'' O zamandan beri artık bir arada yaşamaya karar vermiş gibidirler ''

Voltairin fablında kurgudan çok gerçekler yer alır.Çiceğin Eskidünya'nın Yenidünya'ya tehlikeli bir hediyesi olması gibi,frengi de Amerikanın  Avrupa'ya  biyolojik sürprizidir.Frengi,Avrupa'nın bağışıklık sistemini hazırlıksız yakalayan tek Yenibir dünya mikrobu olarak müthiş bir intikam aldı ve bir kaç veba salgınından daha fazla iş yaptı.Frengi,salgın hastalıklar bilimine de yeni bilgiler kazandırdı.Sıtma ya da cüzzam gibi eski mikropların aksine,görülem ilk vakalar kayıtlara geçirildi.Veba ya da nezlenin aksine mezarlikları doldurduktan sonra çekip gitmedi.Frengi kıtaya,1493'de bir grup denizciyle geldi ve Avrupanın cinsel haritasını  hızla yeniden çizdikten sonra bir daha geri gitmemek üzere yerleşti.Frengi beşyüzyıl boyunca ,uygar dünyanın politikalarına,savaşlarına,edebiyatına ve cinsel yaşamına karıştı.Yatak düşkünü aristokratların,yanlız askerlerin  ve gayretli hayat kadınlarının yardımıyla,Avrupalıların  yatak odalarına prezervatifi,takma saçı,antibiyotiği ve büyük bir korkuyu soktu.Uygarlık ve frengi hep bir arada oldu.Spirochette ( Burgu biçiminde  frengi hastalığına neden olan mikrop ) ve talihsiz taşıyıcılarına karşı  yürütülen  şiddetli kampanyalara rağmen,mikrop Yeni dünyayada hakim olmasa bile,muzaffer varliğini sürdürmektedir.

Colombe ve denizcileri frengiyi  ilk kez Espanola adasında ya da Haiti de kaptılar.Aravaklar Ispanyollara,tütün ve bakteri dahil sahip oldukları herşeyi karşılık beklemeden vermeye hazır,dost ve kalabalık ( Üç milyon kadar ) bir halktı.Hala yaşayan bir Aravak efsanesine göre,hak kahramanlarından biri,Guagagiona ,bir kadınla '' büyük bir zevk '' yaşamış,ama sonra yaralarından temizlenmek için ormana çekilmek zorunda kalmıştı.Aravaklar için hastalık,muhtemelen ,bir uyuz vakasından daha fazla rahatsız edici olmayan ,hafif ve yaygın bir cilt enfeksiyonuydu.Mikrop için bakir toprak durumunda olan Colomb'un denizcileri ,Spirochete ile aşırı enfekte oldular,çünkü bir gecede beş altı konuksever Arvanak kadınıyla beraber oluyorlardı.1506'da Frengi hastalığı yüzünden  '' Tanrı'nın elçisi olduğu ''  hayalleri gören Colombe,bile yerlileri  '' Sevgi dolu insanlar '' olarak tanımlıyorlardı.Colombe ve adamları ,bu karşılıksız ve hak etmedikleri misafirperverlikten sonra,1493'te kaçırdıkları birkaç Avarak'la Ispanya'ya geri döndüler.Denizcilerin çoğu yolculuk sırasında lekelerden,baş ağrısından ve tuhaf yaralardan şikayet etselerde,bunları ağır denizlere yoruyorlardı.Colombe Sevilla limanına demirlemeden önce,hastalık  muhtemelen sakin dönemine girmişti.Amiral,sponsorlarını korkutmamak için notlarından hastalık tan hiç söz etmez..Altı denizcisi ve hayatta kalan latı Aravak'la keşiflerini açıklamak için Barcelonaya doğru yola çıkar.Uğradıkları her kasabada,insanlar Kolomb'un cesur denizciliğini  ve inanılmaz  maceralarını ,büyük şölenler ,partiler ve cinsel çılgınlıklara kutladılar.Colomb'un denizcilerinden biriyle ya da dost Aravaklardan biriyle beraber olmak,Yeni dünyayı keşfetmek gibiydi.

Ispanyol Hekim Ruy Diaz de Isla'ya göre,frengi Colombe ve Adamlarının gittiği her yerde onları izledi.İlk büyük salgın 1493'te Barcelona'da patlak verdi.Hastalığı kaydeden Diaz de ısla,yeni bir hastalığı görür görmez tanıyacak yetenekteydi..XV yy in en yetenekl doktorlarından biri olarak yirmi binden fazla frengiliyi ve Colomb'un aralarında Nina'nın kaptanı Vicente Pinzon'un da olduğu bir kaç denizciyi tedavi etti.Salgınları izledi ve birinin,Amiral'in denizcilerinin  enfeksiyonlu giysilerini yıkadıkları bir halk çeşmesinden yayıldığını ortaya çıkardı.Diaz de Isla daha sonra hastalığı '' Espanola Adası'nın Yılan hastalığı '' olarak adlandırdı.Çünkü çirkin bir yılan gşibi '' eti yarıp bozuyor ,kemikleri kırıp çürütüyor,sinirleri çatlatıp kasıyordu '' .

De isla ,hastalığın üç safhasını tanımladı ve hastalara modern bir reçete verdi.Cinsel ilişkiden uzak durun,temizliğinize dikkat edin ve iyi beslenin.Diaz de Isla,hastalığı '' beş yıl ya da daha fazla süreyle '' durdurmanın en iyi yolunun ,ağır bir sıtmaya yakalanmak  olduğunu fark eden ilk hekimdi.1530'lu yıllarda,Avrupa'da yüz ya da daha az ,insanın  yaşadığı kasabalarda bile en az on kişinin Espanola yılanına kurban verildiğini öne sürüyordu,

Daha sonraki yıllarda yapılan araştırmalara göre,Diaz de Isla'nın yılan hastalığı konusunda ki tahminlerini doğruladı.Frengi,diğer hastalıkların tersine,arkasında kendi imzasını bırakır.Treponema Pallidum bakterisi tirbuşon'a benzer ( bu nedenler spirochete-burgu - olarak adlandırılır )  ve onun gibi hareket eder.Uzun kemiklere ve kafatasına tirbuşon gibi girer.Tennesse,Virgini ,Alabama ve Arkansas gibi yerlilerin kalabalık halde yaşadığı her yerde ,bilim adına mezar kazanlar ,tamamen hastalanmış,büyümüş ve kalınlaşmış çene kemikleri buldular.Florida'nın çok eski  yerlilerine ait kafataslarında frengi yumurtalarına rastlandı.Ohio ile Misssippi Vadisindeki büyük Toprak İşçilerine ait kemiklerde treponema  nın bütün izlerine rastlanır.Meksika,Peru ve Guatemala'da araştırmalar yapan bilim adamları da frenginin izini buldular.Kurtların yediği kafatasları,şişmiş çene kemikleri ve damağın olması gereken yerde büyük delikler .Diğer iki treponema'da ( pinta ve yaws,ikisi de tropik cilt hastalığı ) aynı belirgin izleri bıraktığı için bilim adamları,Amerşkan yerlilerini ve Aravakları hasta eden treponema'nın cilt temasıyla mı yoksa cinsel ilişkiyle mi geçtiğini anlayamıyordu.Ancak,Colomb'un frengeiyle karşılaştığı yer konusunda şüphe yok.Yenidünya'nın tersine,Avrupa'da Asya'da  ya da Afrika'da 1500 yılından öncesine ait frengi izi bulunmamıştır..

Colomb'un denizcileri  yılmadan çiftleşiyorlardı ve hastalık Napoli'ye 1494'de Fransız Kralı VII.Charles'in ordusunu  karşılamak üzere tam zamanında vardı.Kral Napoli'yi imparatorluğuna katmak istiyordu ve Isviçre,Almanya,Rusya ve Fransa dan  kiraladığı elli bin kişilik paralı asker ordusuyla şehri ele geçirmişti.Olağan  tecavüz ve talan faaliyetlerinin ardından,askerlerini ve sayısız kampçisini Fransa'ya geri çekti.Italyanlar karşı saldıır tehditleri savurunca kral sinirlerine hakim olamadı.Saldırının sonunda Charles Frengi bulaşmış ordusunu dağıttı ve spirochete'yi Avrupa'ya yaymaları için onları evlerine gönderdi.Paris'te terhis edilmiş hasta askerlerin görüntüsü fransızların midesini bulandırdı;kavun büyüklüğündeki '' İçlerinden lanetli ve enfeksiyonlu çamurlar sızan '' yaralar karşısında dehşete kapıldılar.Voltair '' Fransa bu savaşta kazandıklarının hepsini kaybetmedi .Hastalığı elinde tuttu ' diyordu.

Napoli savaşını zührevi etkileri,kısa sürede tüm dünyada duyuldu.Bu arada her ülke hastalığın yayılmasında komşularını suçluyordu.Her ülke,gelişen yurtseverlik duygularıyla isim yarışına katıldı.Italyanla ona '' Fransız hastalığı ' adını verdi.Fransızlarda '' Napoliten hastalığı '' dediler.Portekizliler '' Kastilya hastalığı ' dediler.Hindular frengiye Frenl ( batı hastalığı ) adını verdiler.Iranlılar Türk hastalığı derken ,Türkler Hristiyan hastalığı  dediler.Çinliler ,Portekizlilerin hastalığı bulaştırdığı şehrin adını verdiler '' Canton'un yarası '' 

Sıkı bir gezgin olan  Ispanyol tarihçisi Gonzalo Fernandez de Oveido y Valdes ,bu boş konuşmaları ne zaman duysa gülmekten katılırdı '' Italya'dayken ,Italyanların Fransız hastalığından bahsetteiklerini duyduğumda gülerdim.Fransızlar da ona Napoli hastalığı derdi : aslında,yerlilerin hastalığı  deselerdi daha iyi bir isim bulmuş olurlardı ''

Hieronymus Fracastorius 1530'da bahtsız çoban Syphilus hakkındaki şiirini yazmadan önce,kimse hastalığa 'Syphilus ' adını vermemişti.Bu,tıp  tarihinin en ünlü metinleriden biridir ( Fracastorius  ilerde önemli şeyler yazacağını biliyordu;bebekliğinde annesinin kollarındayken aniden şiddetli bir fırtına çıkmış ve annesine bir yıldırım çarpmıştı.Tek kurtulan  Fracastorius olmuştu ) .Şiir,frenginin tüm belirtilerini ve ölümcül hastalıkların  en beklenmedik  anda ortaya çıkıp yok olma huylarını anlatıyor..Fracastorius'a göre çoban  ' tarifsiz hastalığın ' ilk kurbanıdır.Syphilus,sığırlarını öldüren dayanılmaz sıcak yüzünden  güneşe lanet edince,tanrılar kendini bilmez çoban'a bol miktarda hastalık gönderir '' Ey ! Syphilus ! 'Bütğn bunlar Batı Hint adalarında Ispanyolların gelişinden önce olmuştu.Fracastorius,bu şiirin ardından yine frengi üzerine, De Contagionibus adlı çarpıcı bir eser daha yazdı.Syphilis adı doktorların Latin tınısından ötürü rağbet ettikleri 19 yy kadar pek ilgi görmedi.

Frengi,1500 lerde kurbanlarına bugunkünden çok daha vahşi davranıyordu.Avrupalılar tanımadıkları mikroba karşı çok az direnç gösterebildirler,frengi de elinden geleni ardına koymadı.Ancak,Eskidünya'da bazı alışkanlıklarını değiştirmek zorunda kaldı.Rutubetli ve sıcak  Espanola'da  çıplak Aravaklar treponema'nın cilt temasıyla yayılması için gayet elverişli birer ev sahibiydiler.Avrupa ise çok daha soğuktu ve Avrupalılar çok daha iyi giyiniyordu.Ince ve Narin spirochete'ler  hayatta kalabilmek için bulabildikleri en misafirperver çevreye göçtüler ;Avrupalıların  cinsel organlarına . Avrupalıların kaydettiği,ilk hastalık belirtileri ,ağızda  ya da cinsel organlarda çıkan yaralardı ve bunları kızarık lekeler,eklemlerde ağrılar ve vücudun her tarafında yumurrta  ya da ekmek somunu kadar büyük olabilen yapışkan tümörler  izledi.Bazı durumlarda mikrop,insanların dudaklarını ,burnunu,boğazını ve bademciklerini yiyerek yüzlerini ' igrenç damlalarla ' doldurdu.Erkeklerin şişmiş ve çürümüş yumurtalıklarının düşmesi olağandı.

Fracastorius,hastalığı şöyle anlatıyordu : Eklem yerlerindeki etlerin soyulduğunu,kemiklerin yerinden çıktığını gördük ; yüzde iğrenç delikler oluşuyordu,dudaklardan ve boğazdan zayıf bir hırıltı çıkıyordu '' Hastalığın bugünkü yavaş ve iyi huylu seyrinin aksine,XV yy frengisi sağlıklı bir insanı  bir kaç hafta içinde bir cüzzamlıya çevirir ve bir yıl içinde mezara götürürdü.

Alman soylusu Hümanist Ulrich Von Hutten,günlüğünün tamamını hastalığın belirtilerine ayırmış,yaşamının  yarısını hastalıktan kurtulmaya çalışmakla geçirmişti '' Meşe palamutu iriliğinde,yaklaşanların  kendilerini hastalandı. sanacağı kadar iğrenç kokulu bir madde salgılayan çıbanlardan bahis ediyordu.Günümüzde,erkek frengi hastalarının çoğu penislerinde,dillerinde  ya da anüslerinde çıkan bir yaradan başka bir uyarı almıyor; kadınlardaysa hastalığın erken teşhisi daha da zor.

Avrupalılar  Fransız hastalığından çok korkuyorlardı.Insanlar,yaygın bir selamlaşma olan öpüşme yoluyla ya da aynı bardağın kullanılmasıyla hastalığı kapıyorlardı.Almanya ve Isviçre de  frengililerin hanlara, hamamlara  hatta cüzzam kolonilere girmeleri yasaklanmıştı.1495 te Alman imparatoru Maxmilian '' zalim hastalıkla ' iligi çıkardığı kanunda,Tanrının  yeni hastalığı çok fazla küfür ve lanet eden insanları cezalandırmak  için gönderdiğini  açıkladı.Üzerlerinde frengi yaraları görülen çocuklar,küfür ettikleri varsayılarak dövüldü.Paris'te yetkililer hasta yabancılara dört sous (  5 centime değerindeki para birimi )  verdiler ve bir gün içinde şehri terk etmelerini emrettiler,yoksa idam edileceklerdi.Ayrıca Frengililerin evden çıkmaları yasaklandı. 1497 de Iskoçlar Edinburgh'lu  frengililere  iki seçenek tanıdı '' Ya tanrı sağlıklarını verene kadar '' ınch kenth adasına gideceklerdi ya da kızgın demirler dağlanacaklardı.Hastalara en merhametli şehir Frankfurttu.Hastalara ücretsiz tedavi sağlandı ve tedavi sırasında vergiden mufa tutuldular.Bu tutumun nedeni şehrin önde gelenlerininde hasta olmasıydı.

Günümüzün Tıp insanları cinsel temasla geçen hastalıklar olarak adlandırıldığı zührevi  ( venereal ) hastalıklar,bu ado Roma'nın ünlü Tanrıçası Venüsten alırlar..Venüs güzelliği,aşkı,erosu içiki ve aldatmayı bir arada barındıran bir Tanrıça idi.Bu hastalıkların tarzı Venusun hoşuna giderdi.Frenginin Avrupa'yı bu kadar hızla doldurmasını  muhtemel nedeni,bel soğukluğu,klamidya,uyuz ve büyük boyutlarda siğillerinin Ortaçağ cinsel organlarındaki hakimiyetiydi.Bir de bunun nedeni Uyuz  ve onun sonucu olan yaralardı.

Eski zührevi hastalıklar ,örneğin bel soğukluğu ve klamidya,aşırı yanmaya yol açmış,doğurganlığı önlemiş olsa da,hastalıklarının doğasını çok genç fark eden Ortaçağ yetişkinleri arasında pek korkuya neden olmadı.Chaucer ile Boccaccio'nun  müstehcen hikayelerinde anlattıkları gibi,Ortaçağ'da cinselliğe karşı rahat,hatta alaycı bir yaklaşım söz konusuydu.Her tür sevişme biçimi,şidet içersin ya da içermisin yaygındı.Evliliğin geç yaşlarda yapıldığı bir toplumda,genç erkeklerin çoğu işsiz ortalıkta dolanıyordu.Genç erkeklerin kıskançlığı ve ıstırab,birçok şehirde tecavüzü yaygınlaştırdı.Dijon'da yaşları yirmi dördü geçmeyen  erkeklerin oluşturduğu çeteler,her yıl yirmi kadar kadına tecavüz ediyordu.Hizmetçi kızların,genç dulların ve rahiplerin  sevgililerinin oldukları evlere daldılar,onları taciz ettiler.Dijon da pek çok erkek bu olaylara karıştı.

Hepside yaşıl ve evli erkekler olan kamu yetkilileri ,karılarını korumanın  ve tecavüzleri sona erdirmenin en iyi yolunun genelev açmak olduğunu düşündüler.Bu evlerin bazıları küçük,dört odalı klubelerdi.bazıları ise 20 odalı olabiliyor,hatta dev bir bloku kaplayabiliyordu.Ozellikle rahiplerin çok olduğu şehirlerde büyük evler vardı.Evli erkeklerin gitmediği düşünülen genelevler,bekar erkeklere lisanslo bir fahişetle ucuz,iyi cinsel ilişki sunuyordu.Genelev sahibi ise parayı sattığı yiyecek ve içicek ten kazanıyordu.Frengi gelene kadar Gelenev işletmek ayıp ve günah değildi.

O dönemde Genel hamamlarda  çok ilginçti.XIII yy da Romalıların  hamam geleneği Avrupa'da kısa bir süre için yeniden canlandı.1387 de Frankfurtta Main kıyısında en az on beş hamam vardı.Viyanda ise yirmi dokuz.Tarihçilere göre Pariste o kadar çok hamam vardıki,Fransızlar bugunden daha temizdi.Şehirlilierin yoksulları ,kirlerinden ,pirelerden ve bitlerden kurtulma imkanına o kadar çok önem veriyorlardıki hamam paraları için dileniyorlardı.Bu hamamlar aile için olduğu kadar Cinsel buluşmalarında olduğu bir yerdi.

Hamamları popüler kılan sağlıklı eğlence,temiz keselenme ve enerik çiftleşme ,frengiyle birlikte aniden sona erdi. Hamamları ya yetkililer kapattılar ya da insanlar hastalık korkusuyla hamama gitmemeye başladı.XVI.yüzyılın sonuna gelindiğinde tüm genel hamamlar yok olmuştu;hastalığın gölgesindeki Avrupalılar  üç yüz yıl boyunca kir,bit ve tifüse katlandılar.Insanlar yıkanmak yerine parfümler sıkındılar ya da pahalı giysileri kirlenmesi diye iç çamaşır giydiler.Yarı berber yarı cerrah haline gelen hamam sahipleri,işyerlerini eski müşterilerinin frengisinin tedavi edildiği yerler dönüştüler.

Hekimler,frengili hastaları,tedavi etmek istemedikleri için bu alt sınıf müdahalesini memnunlukla karşıladılar.Veba ve diğer bilinmedik salgınlarda olduğu gibi,frengiden uzak durdular.Tıp kitaplarında  bulamadıkları bir salgın karşısında çoğu, ''  vücudun en bayağı ve utanılası yerinde ortaya çıkan '' bu hastalıla işlerinin olmadığını,söyleyerek  kapılarını kapadılar. 1532 de Metz li bir hekim,bilgili meslektaşlarının ,yoksulları tarlalarda ya da ormanlarda  ateşler içinde ölüme terk ettiklerini '' bilgilerini ve deneyimlerini hastalardan esirgediklerini '' itiraf etti.Doktorların bu umursamazlığı üzerine,frengililerin tedavisi berberlere,cerrahlara ve şarlatan doktorlara,sahte ilaç ve cıva satıcılarına kaldı.Bu frengi uzmanları,tedavilerinde cıva kullandılar,çünkü  uyuz ya da cüzzam gibi cilt hastlalıklarının  tedavisinde uzun süredir cıva kullanıyordu.Bu mantık cıvanın etkili güvenli bir ilaç olmasını sağlamadı,ama onu kitleler ve küçük insanlar için tek tedabi haline getirdi.

Berberler ve şarlatan hekimler,zehirli metali iki şekilde kullandılar: Merhem olarak ve buharından yararlanarak  cıvayı ,demir  bir havan içinde domuz yağı,taze tereyağ,sirke,sakız,neftyağı ve sülfür ile karıştırıp,elde ettikleri merhemi,genellikle kemiğe kadar inen açık yaralara sürdüler.Her hekimin ve cerrahın farklı bir reçetesi vardı;kimileri  merhemlerine canlı kurbağalar,tavuk kanı,yılan zehiri ve insan eti ilave ediliyordu.Berber ya da Cerrah,cıvalı merhemi sürdürdükten sonra hastayı havlu ya da battaniyelerle sıkıca sarıp çok sıcak bir odaya,küvete ya da fırına sokuyordu.Hakim görüşe göre: ' şeytani salgılar ' vücuttan ancak,ağızdan salya gelmesi ve aşırı terlemeyle atılabilirdi.( Ağızdan salya gelmesi,kanda aşırı cıva biriktiğinin belirtisidir ).Bazı cerrahlar ilk gün 2272 lt salya çıkması gerektiğini söylerken,bazıları da doğru tedavi için 28 ya da 30 günlük  bir cıva kürünün ardından 50248 kilo salya çıkması gerktiğini öne sürüyorlardı.Hastaların bir çoğu bu miktarda salay çıkartamadan öldü.Yaklaşık yarısı kalp yetmezliğinden ,su kaybından ,nefessiz kalmaktan ya da doğrudan  cıva zehirlenmesinden öldü.Bir çok frengili bir ya boyunca  cıva buharı koklayarak  pişmektense intiharı tercih etti.Ulrich Von Hutten,mucizevi bir şekilde on kürden sağ çıkmayı başardı,ama kendisinin bir istisna olduğunu itiraf etti.Yine de 45 yaşında frengiden öldü.,

Cıva tedavisinden geçmiş bir frengili oldukça kılıksız bir görünüşe sahipti.Dişleri ve saçları dökülmüş olur,hasta bir köpek gibi ağzından salyalar akardı.Frengili ve cıvalı olanların kanlarındaki bütün kırmızı hücreler ölüyordu;yediklerini sürekli kusuyor,derin bir bunalıma giriyorlardı;böbrek ve karaciğerleri  iflas ediyordu.XVI yy da birinin frengidenm, yoksa cıva zehirlenmesinden mi öldüğünü anlamak güçtü.Bu tedavinin canice olduğunu söyleyen bazı hekimler olduysa da,diğerleri  mikrobun başak türlü yok edilemeyeceğinde ısrar etti.Cerrahlar ve şarlatan hekimler,frenginin ' vücüda kirliliğinin ,ruhu da günahlarının cezasını veren ilaç olmaksızın '' asla iyileşmeyeceği sonucuna vermişti.

1500 ler boyunca,zenginler ve soylular cıvalı işkence tedavilerine rağbet etmedi.Yoksullar cıva ile iyileşmeye çalışırken,aristokratlar ahlaki iyileşmenin tatminkar bir tedavi olacağını düşünmedi.Onlar '' eğitimli '' hekimleri ve balgam sökücüler gibi daha ılımlı tedavileri karşılayacak kadar zengindiler.Batı hint adalarından gelen bu sert ve ağır ' kutsal ağaç ' dövülüp sulu bir tertibe dönüştüğünden aşırı terlemeye neden oluyor,ama hiç zarar vermiyordu.Ulrich Von Hutten,çaresizlikten umudu bu ağaçta aradı ve Augsburg lu Fuggerler  ağacı ithal ederek ceplerini doldurdular.Seyyar satıcıların sokaklarda sahte ürünler satmasıyla küçük bir sanayi bile oluşmuştu.Soylular Kutsal ağaç'ı yaralarına sürüp huzurla kokteyllerini yudumlarken,mucizevi agacın dalları,yoksul frengililer önünde dua etsin diye kiliselere asıldı.

Yöntem ister canice ister yararsoz pşsun,tedavi olma talebi o karda yüksekteki,şarlatan hekimler Avrupa çapında büyük iş yaptılar.Hekimlerin hastalara sırt çevirdiği her yerde,şarlatan hekimler cıva merhemleri,yakıları,haplarıyla onlarin imdadına yetişti.Her avrupalı Venus ile beş dakikanın cıvayla bir ömür anlamına geldiğini öğrendi.Her tür tedavi denendi.Kaynamıi karınca yuvası çorbası içtiler,yaralarına solucan yakıları yapıştırdılar.Şarlatan hekimlerin belki de en ünlüsü,Londralı Bay Case idi.Case,bir ilaç firmasının promosyonda uzmanlaşmış iyi bir satış elemanı gibi,Londra şehrinin  her yerinde zekice hazırlanmış '' Hastlara müjde ! ''  diye başlayan broşürler ve el ilanları dağıttı.İlaçların reklamında başarılıydı.'' Venus'un soyundan gelenler .Dr case başvurur bir kutu ilaç alır ve kurtulurlar '' Çok hap sattı ve zengin oldu.

1550 lerin sonunda frengi hızını büyük ölçüde  kaybetti ve üç aşamalı bir mikrop haline dönüştü.Ortaya çıkışını izleyen iki yüz yıl içinde Büyük taklitçi olmuş,teşhisi daha da zorlaşmıştı.Uzun ömürlü bir hale gelen  treponema ,gençlik döneminde yaralar ve şişmiş lenf bezleriyle ,orta yaş döneminde eklem ağrıları ve boğaz şişmeleriyle,yaşılık döneminde delilik ve kalp krizi olarak kendini gösterdi.Hastalıkla elli yıl birlikte yaşayan frengi hastalarının çoğu kör oldu.1880 li yıllarda hekimler bakteriyel safari ilişkisini fark ettiler  ve herpes hastalığı olan erkek yada kadınların frengiye yakalanma şansının yüksek olduğunu açıkladılar.

Frengi XVI yy da her türlü insanla karşılaştı.Rahibeler,Rahipler,haremağaları hatta papalar bile frengiye yakalandı.Köylüler,dilenciler  ve Krallar da.Püritenler arasında,Papa II Julius'un frengiden çürümüş olduğu için başparmagünü kimseye öpturmediği dedikodusu yayıldıçÖpüşme gibi eski selamlaşma biçimleri bırakıldı;;insanlar karşılaştıklarında ek sıkışmakla yetindilerç.

Cinsel ilişki frengiden sonra doğallığını yitirdi.Erkekler  kadınlara,kadınlarda erkeklere kuşkuyla bakmaya başladılar.Cinselliği yaşamaktan çok düşünmüş olan DH Lawrence ,hastalıktan duyulan '' mutlak gizli dehşetin ' Ingiliz,Ispanyol ve Amerikan düşüncesinden  ' tarif edilmez bir etkisinin ' olduğunu ileri sürer.Korku hiç bir zaman hastalığın,yayılmasını durduracak kadar büyük olmadı ama çok gerçekti.Doğurmanın güzelliği,deliliğin,felcin ve gerizekalı çocukların olduğu bir gelecek duygusuyla lekelenmiş cinsel hayata '' korkunç bir darbe ' inmişti.Frengi sonrasında,Lawrence ,Chaucer'in müstehcen  hikayelerini naif,babalığıysa son derece tehlikeli bulmaya başladı: '' Püritenciliğin yükselişinde,Kral Charles'ın kafasının kesilmesinde ve New England kolonilerinin kurulmasında,cinsellik ve üremeyle ilgili imgeleme hakim olan dehşet unsurunun hiç değilse  kısmen payı vardır.Eğer Frengiyi gerçekten Amerika gönderdiyse,püritencilikle birlikte onun dehşetini geri almıştır.

Frengi dehşeti en çok erkeklerin düşüncelerini etkiledi ve fahişeler zulüm edilmesine yol açtı.Hastalığı taşıyıp yayanlar evsiz erkekler olsa da,evsiz ya da çalışan kadınlar hastalığın deposu haline gelmişlerdi.Hastalıktan önce St Augustine gibi saygıdeğer filozoflar fahişeleri,kanatlarıyla diğer kadınları '' şehvetin tahrikinden '' koruyan melekler olarak görüyorlardı.Ama frengi ortaya çıkar çıkmaz,ahlak bekçileri bu korumadan mahrum kaldılar.XV yy da bir Papa 6000 fahişeyi  Roma dan sürmeye kalkıştığında halk ayaklandı.Yerel yetkililerinden genelevlerden gelecek vergilere ihtiyaçları vardı.Fransa kralı IX Louis bütün fahişeleri sınırdışı etmeyi denedi,eğer başarsaydı Soylularıda kaybedecekti.1635 yılında  Fransız yönetimi,fahişelerin ' kamçılanmalarını,saçlarının tıraş edilmesini ve yargılanmadan sürgüne yollamasnın ' buyuran bir yasayı kabul etti.XVIII yy da polis,fahişeleri düzenli olarak  toplayıp zorla tedavi için hastahanelere gönderdi.Zorlu tedavinin ardından,hemşireler ve doktorlar,hastalandıkları için fahişeleri dayaktan geçirdiler.Oysa aynı muamele erkeklere yapılmadı.

Frenginin gölgesi modanında üzerine düştü.Hastalar kaşları,bıyıkları ya da saçları frengi yüzünden dökülmesede ,bunu cıvanın yapacağını öğrendiler.Saç ve sakal kaybı,frengililer arasında ' parlak başlar ' alt salgınını yarattı;bu da Fracastorius'un dediği gibi erkekleri gülünç duruma düşürdü.Ayrıca frengi taşıyan biri kolayca ayırt edildiğinden,aşk hayato mahvoluyordu.Sonuç olarak peruk takma alışkanlığı,ilk kez Fransa da 1570 lerde ortaya çıktı ve 1600 larda bir moda halini aldı.Peruktan önce ,dazlaklar başlarına gece takkesi,takma saçlı şapkalar  ya da asılmış bir adamın kurumuş kellesini andıran ' kelle örtüsü ' takarlardı.Peruk,bu acınası örtülerin  tersine,frengili  erkek ya da kadınların durumlarını utanç duymadan  gizlemelerini sağladı.Saçları ve kaşları  spirochete'ler yem olan Kraliçe I.Elizabeth'de ,Iskoç kraliçeside peruk taktı.Fransız devrimine kadar peruk,aristoraksinin resmi işareti ve hastalığı saklamanın en iyi yolu oldu.

Bir süre sonra peruklar türlü biçim ve bedende üretilmeye başlandı: Karnabahar,Kara çizik ,Üç sıra,Yaban domuzu sırtı,Dişi Ejder,Kısa kuyruk,geniş taban.Yargıçlar ve Avukatlar başlangıçta frengi yüzünden takıldığını unutup bu sonuncusunu hala kullanırlar.Frengi hastalarını kanatıp cıvayla ovan  berberler,perukları imal ediyor,bakımınıda yapıyordu.Insan saçından,at kılından,inek kuyruğundan,Afrika koyunlarının yününden ya da beyaz keçi kılından yapılan perukları sürekli bitlerden temizlenmeliydi.Peruğun pudralanması içinde hafta da birkaç kilo un gerekiyordu.Aşk maceralarının etkilerini gizlemek için peruk takan rahipler bazı beyefendilerin kiliseye yaptıkları yardımlarından daha fazlasını perukların bakımlarına harcamalarından şikayetçiydi.Prenslerin,din adamlarının ve frengililerin perukları konusunda kaygıladıkları tek dönem bu salgın dönemiydi.

Sağlığından kaygı duyan beyefendiler,perukların yanı sıra '' zırh ' da giydiler.XVIII yy boyunca erkekler,günümüz aşıklarını sadakatıyla ' cumdum kalkanları ' ve ' makineler ' kuşandı.James Boswell güçlü bir ' neşeli genç kızla ''  '' güvenli bir şekilde kılıflanmadıkça ''  ya da '' tepeden tırnaga  zırha girmedikçe beraber olmuyordu.Kazanova da benzer önlemler aldı ve düzenli olarak Ingilizlerin icat ettiği küçük koruyucu torbaları kullandı.Onlara ' Ingiliz ceketleri '' adını verdi.Onları takmadığı zaman frengi ya da bel soğukluğu kaptı.

Prezervatifib icadı Doktor ta da Albay Condom'a atfedilse de,ünlü mucidin çeşitli hayat hikayeleri vardır.Bir çok kaynak,onun hayat hikayesini farklı şekillerde anlatır.Adını yüz farklı şekilde yazar,dört muhafız birliğinden birinde görev yapmıştır ya da II.Charles'in doktorudur.Kullanışlı deri torbalarını  1660'ta icat etmiş  olabilir ya da sadece kılıfların malzemesini değiştirerek  sert keten yerine yumuşak balık derisi ya da koyun bağırsağı kullanmıştır. Kral II .Charles 'ın gayri meşru çocuklarının sayısını azaltmak için bu keşfi satın aldığı söylenir.Bazı kaynaklarda Condom'un mucit falan olmadığını '' kasabanın kızlarına '' zırh satan bir sokak satıcısı olduğunu belirtir.Icadın müstehcen şöhreti nedeniyle,Condom adını değiştirmiş ve utancından ortadan kaybolmuş olabilir.

Bununla birlikte,Ingiliz ,icadının amacı hakkında b,r kuşku yoktu.Torbalar sağlık için koruyucu hastalık içim de önleyici işlevi görüyordu.Dükkanlarda adı ' güvenlik tamamlayıcısı ' idi.Hekimler bile ' çapkınlarımızın bulduğu belkide tek ve en iyi koruyucu '' olarak Condom'ı tavsiye etti.1750 lerde alet o kadar popüler hale geldiki şairler ona şiirler yazdı.Londra kahvelerinde hekimler ,çapkınlar ve aristokratlar bu keşfi yere göğe sığdıremıyorlardı.Ancak bu mutlu havayı paylaşmayanlarda vardı.Iskoçlar 1700 lü yıllarda Ingiliz parlamentosy ile birleşmeye karşı çıktılar,çünkü bu yakınlaşmanın  ülkelerine comdom'ı ve günahkarlığı sokacağını düşünüyorlardı.Din adamlarıysa Condom'un,ahlak bozucu etkisinin yanı sıra gebeliği önleme özelliğinden korkuyorlardı.1826 da Papa XII Leo,'' Günahkarları,günahı işledikleri uzuvlarından vururak cezalandıran İlahi takdire  karşı çıktığı '' gerekçesiyle icadı yasakladı.Katolik kilisesi hala kaldırmadığı yasakla,bugun terponema'nın ruhunu ve üremenin kutsallığını korumaktadır.

XVIII yy da prezervatif ile peruk,Avrupa'nın frengili aristokratlar için vazgeçilmez birer ihtiyaçtı.Ancak saray ve soylular aşk hayatlarına devam ediyordu.Bütün bu karmaşık cinsel ilişkiler ve flörtler soyluları mutlu ya da sağlıklı yapmadı.Fransa kralı I.Francois  frengi idrar torbasında üç delik açıncaya kadar herkes kadar çapkındı.Ingiltere Kralı VIII Henry nin frengiye meydan okuması Tudor hanedanın sonu oldu.Rusyanın korkunç Ivan'ı ,Çok sayıda düşmanını haşlayarak,yakarak ,kamçılayarak  ve şişleyerek şanına  yaraşır bir hayat sürdü.Ama treponema onun bu çılgınlığına,bir satranç oyununda beynini durdurarak son verdi.Fransız devriminden önce tüm aristokrat erkekler frengiliydi.

Soylulardan sonra frenginin en iyi müttefikleri tüccarlar ve askerlerdi.Kadınsız erkekler,özellikle top ateşi,miğfer yarası ya da tifüs nedeniyle her an ölümle burun buruna olan erkekler,genel olarak normal cinsel sorunlara  ya da hastalıklara aldırmıyordu.Aç,açıkta ve kendilerini koruyacak erkekleri olmayan kadınlarda aldırmıyordu.Wallenstein ile Napoleon'un muhteşem orduları  Avrupa'yı,peşlerinden eşlerden,fahişelerden ve çocuklardan oluşan bir kalabalıkla dolaşmıştı.Yetkililerin,bu kamp sakinlerinin askerlerle birlikte ilerlemelerini yasakladığı 1850 lere kadar,bu kadınlar yemek pişirdi,dikiş dikti ,çamaşır yıkadı ,erkeklerine baktı ve savaştı.Evsiz ve geçici askerler,frengiyi kamplara silah gibi taşıdı ve ' mutlu hastalık ' hakkında,savaşın bir parçasıymışcasına şakalar yaptı.Bana güvenin diyordu Voltaire '' 30 bin asker aynı sayıda düşmanla meydan savaşına girerse,iki tarafta da 20 bin kişi frengi kapar ''

Bir ordunun savaşma yeteğini felç edebilecek güçteki Frengi,kısa sürede bir biyolojik silah haline geldi.Ingiliz ve Fransız orduları,V Philip'in Madrid'de kuşattığında ,kral şehrin açlıktan kırılan fahişelerinin  düşmanla yatmasını memnunlukla izledi.Gerçi askerlerin yarısı frengi kapmıştı,ama Philip  hastalığın bütün işi bitirmesini bekliyordu.sonuçta Madrid 1706 da düştü.Prusyalılar da 1871 de Paris'i işgal ettiklerinde benzer biyolojik direnmeyle karşılaştı; Fransız yetkililer hasta fahişeleri  tedavi etmeye son vermişlerdi.Ancak Frengi çoğu ordı için her zaman kendi kendine bulaşan bir hastalık oldu.1860 larda  Ingiliz askerlerini hastahanelik eden hastalıkların başında frengi geliyordu.Her güm 60 bin kişilik ordudan 586 asker ,baş ağrıları,şişmiş eklemler ve yara dolu ağızlarla yatağa düşürüyordu.Frengililerin tedavisi de asker başına 100 poundluk bir maliyeti buluyordu.Birinci dünya savaşı sırasında hastahane ziyaretlerinin yaklaşık üçte birinin nedeni frengiydi ve yaklaşık yarım milyon Ingiliz askeri hastalığa yakalandı.Uygun barınma koşulları,iyi bir ücret be su ile sabun,treponema'nın ölümle yüz yüze evsiz erkeklere olan tercihini,tamamen önlemesede zayıflattı.

Avrupanın soyluları frengiden deliye dönerken,hastalık kıtanın doğmakta olan orta sınıflarının  frengiye karşı erdemli bir seçenek niteliği kazanmasını sağladı.Hiçbir hastalık sınıf farklılıklarını ve değerkeri frengi kadar iyi tanımlayamamıştır.Aristokratlar birbirlerinin metresleri hakkında dedikodu yaparken,tüccarlar ve kamu görevlileri eşlerinin hatırını soruyordu.Evlilik sadakati krallara saçma gelmiş olmalı ama bankacılar ve muhasebeciler için evlilik adeta vergisiz ticaretti.

XIX yy daki orta sınıf zaferinden sonra,frengi ahlaki yozlaşma işareti haline geldi.Kalıtımsal frenginin keşfi,hastalığın gerek toplumun gelişmesi gerekse aile yaşamı için bir tehdit oluşturduğu inancını güçlendirdi.Soylular ne kadar günahkarsa o kadar iffetli olmaya çalışan Viktoryenler ,frengiyi öylesine korkunç buluyorlardır ki onun hakkında konuşmaktan vazgeçtiler.1920 lerim ve 1930 ların sağlık kampanyalarına kadar,yaklaşık elli yıl boyunca,Ingiliz ve Amerikan gazetelerinde fremgi kelimesinin  kullanılması yasaklanmıştı.Frengiye savaş açmış biri olan Prens Morrow '' Zührev, hastalıklarından ulu orta bahsetmek,kişisel olarak onunla tanışmaktan daha büyük bir değer ihlalidir '' diye düşünüyordu.

Frengi uygarlıklarda her zaman kendine yer buldu ;çünkü uygarlık onu barındırmaktan hiç vazgeçmedi.Treponema'nın evsiz insanlara,avare denizcilere ve yatak düşkünlerine ihtiyacı vardır,tarih de bu grupları düzenli olarak üretir.Frengiyi yeni dünya dan bekar erkekler getirdi ve onu yayanda bekar erkeklerdi.Akıldan çok boş zamana sahip olan aristokratlar,frengiden sonra cinsel devrimlerin biyolojik sonuçları olacağını kanıtladılar.Göçmenler,köleler ve topraklari işgal edilmiş halklar,her zaman treponema  için kolay av oldular ,çünkü evsiz,yurtlarından  edilmiş ve ruhen çökmüşlerdi.Bugün siyahlar ve Amerikan  yerlileri arasında görülen yüksek frengi oranı,köleliğin Afrika ailesini parçalayışının ,çiçek işgalinin yerli kabilelerini yeniden düzenleyişinin anısıdır.

Teknoloji ya da kapitalizm ne zaman aileleri parçalasa,frengi ya da diğer zührevi hastalıklar sırtlan sürüsü gibi saldırır.Genel olarak bakıldığında frengi,insan politikalarının,ekonomilerinin yada savaşlarının evsiz ve mutsuz bri çok erkek ve kadını bir araya topladığı yönünde bir işaret yada uyarıdan başka bir şey değildir.

Bu grupları frengiden temizleme kampanyaları hayli yaratıcıydı.Birinci Dünya Savaşı sırasında,Amerikan donanması gemilerdeki tüm kapı tokmaklarını kaldırdı,kapı tokmaklarını  hastalığı yaydığı düşünüyorlardı.İkinci dünya savaşında ,yetkililer '' kösele salgınbilimi '' uyguladıkları  ve kaynagi bulana kadar denizcileri hasta dostlarını izlediler.Korkutma kampanyaları devam etti ama iki çözüm eksikt, '' Prezervatifler ve çok eski bir adet olan temizlenme,1940 larda bir çok doktor ,penisilini,frengiyi yok edecek mükemmel bir silah olarak tanıttı.Ilaç işe yaradı.The American Journal  of Sphyilis ve birçok halk sağlığı kampanyası 1950 lerde işsiz kaldı ama frengiinin kökü  kazınamadı.Dayanıklı hastalık,halk sağlığı ilminde '' başarıdan yola çıkarak başarısızlık yasaları''nın keşfini sağladı : Bir hastalık kontrol programı,nihai yok etme hedefine doğru yaklaşırken,yok olma ihtmali daha yüksek olan programdır,hastalık değil ''

Voltaire 'in de,Fracastorius'un da salgınlar hakkında öğrendiği şeylerden biri,bir nehir gibi bir yükselip bir alçakdıklarıydı.Voltaire,salgını yok etme konusunda devrimci hayallere sahipti ama Fracnastorius  ihtiyatlı bir salgınbilimci olarak daha bilgiliydi.Ölümcül salgınların kendi ritimleri ve takvimleriyle hareket ettikleri sonucuna vardı ve ' yeni ve alışılmadık hastalıkların belirli zamanlarda ortaya çıkmasının '' çiçeklerin baharda açması kadar normal olduğunu söyledi.Filozof hekim frengi çekip gitsede ,torunlarımızın  onun yeniden dirilişini göreceğini öne sürdü.Salgınların cıva benzeri alışkanlıklarına saygı duyan Fracastorius,cinsel yaşam var oldukça zührevi hastalıkların hep varolacağını farkındaydı.

Bugün Fracastorius'un kim olduğunu bilen pek az kimse olmasına rağmen,frengiyi ,uygarlığın sadık çobanını  bilmeyen denizci,asker ve evsiz sayısı çok azdır.Fracastorius bugün yaşasaydı,bu gerçeklikler karşısında  yılgınlığa kapılmazdı.Kehanetlerini de değiştirmezid.Her frengibilimci gibi,hastalığın ancak,uygarlığın onu yatağına almaktan vazgeçtiğinde yok olacağını biliyordu.