Wednesday, October 23, 2019

OSMANLI IMPARATORLUĞUNDA AYANLIK VE DEREBEYLIK ÜZERINE BİR DENEME




Daha evvelki yazımızda Celalli isyanlarının nedenlerini ve etkilerini anlatmaya çalıştım.Şimdi ise


Bu dönem yanlız zorbalığın geçer akçe olduğu bir ortamda her bölgede birtakım zorbaların sivrileceği açıktır.Son Abbasi halifelerinin

Bu Derebeylerin çoğu ' Ayan ' resmi sıfatıyla tanınmaktadır.'' Ayan,bir il ve kazada,halk ile hükümet arasında aracılık eden ve iki tarafa ait işleri yürüten '' eşraf ı belde '' içinde seçilmiş bir görevli kişidir..Bu görevi için ,ayan,her yıl kaza halkına salınan vergiden bir pay alırdı.Kazadaki mükelleflerin ne miktar vergi ödeyeceklerini tesbit eden ayanın kendisiydi,bu sebeple

Hükümet XVIII,yüzyılın sonlarına doğru ( 1786 ) ,ayanların gücüne ve yetkisine son vermek için her kasabaya XVIyy da olduğu gibi,her şehire bir kethüda tayin etmişlerdi.Ama bunlar o bölgenin ikinci ve üçüncü derecedeki adamları olduklarından ve nüfuzlu tüccara söz geçiremediklerinden,hükümetin emri kazalarda geçersiz kalmış ve 1790 yılında ayanlık sistemi geri gelmiştir.

Ayanlar,genellikle voyvodalık da elde etmekteydiler.Voyvoda,Hazine ve Istanbul'daki yüksek memurlara ait hasların yıllık vergilerini,onlar adına toplayan memur idi.Has sahibinin bu memuru,has bölgesindeki reayıda yönetirdi.İşte gerek ayanlıktaki güç ve kudretlerinden ve gerek voyvodaliktaki karlı kazançtan dolayı

Hüküm ve nüfuzlarını genişletmek için ayanlar,birbirleriyle savaştıklarından,halk büyük zorluklar çekmiş ve bir kısım halk,yerinden yurdundan ayrılmıştır.Halkın devlet merkezine yaptığı şikayetler bir sonuç vermemiş,hükümetin çaresizliğini gören halk,ister istemez her türlü acı ve eziyete katlanmak zorunda kalmıştır.

Ayanlar,iltizam işlerini de almakta ve büyük çiftlikler kurmaktadırlar.Ayanlardan,Paşa,vali,vezir olanlar vardır.

Merkezi devletin çöküşü,derebeyler gibi onlarla aynı kategoriye sokabileceğimiz bir zorba vali tipini de ortaya çıkarmıştır.Hükümet bir kısım zorlu valilerin isyan edeceklerinden korkarak ,onları azledemezdi,azil cezasına uğrayanlar,devlete muti ve kimsesiz olanlardı.Güçlü vali ve ayanların hükümet merkezindeki nüfuzlu devlet ricali arasında adamları vardı.Trabzon ve Canik ( Samsun ve civarı),Bağdat,Şam,Sayda eyaletleri ile Şarki Anadolu sancakları,Musul ve Kerkük,yerli ailelerden en güçlü vali ve sancakbeylerinin ellerinde idi.Çorum,Yozgat ve etrafı Cebbarzade ( Çapanoğlu ) hanedanına

Rumelinin batısında ise sancaklarda mahalli hanedanlar,Beylerbeyi ve Vezir olarak babadan oğula valilik ediyorlardı.

Peki bu saltanat nasıl doğmuştu ? Nasıl ki 1578 de Iran la başlayan,1593 te Avusturya ile devam eden,1606 Zidvatorok barışı ile son bulan uzun savaşlar,Anadolu daki Celali Suhte ve Atlı bölük halkı ( Sipahi zorbaları )isyanlarına bütün bütün alevlenme fırsatı vererek

Istanbul da uleme ve asker ikilisinin ve Anadolu da da sekban ve sarıcalara dayanan zorba -ayan valilelerin devlet idaresini

1726 da eyaletlere vali yollanması usulü değiştirilerek ,beylerbeyliği ( mir i miranlık ),sancakbeyliği ve öteki idari görevlere

Pek çoğu azgın birer mütegallibe olan bu insanların,hem de kendi çevrelerini idare etme yetkisini almaları,gerek halk ve gerek devletin merkeziyetçiliği yönlerinden gerçek bir derebeylik 

Bir iki örnek,bu derebeylerini daha iyi tanımak bakımından yararlı olacaktır:Rumeli ayanlarından en kurnazı ve en cesuru diye tanına Tirsiniklioğlu Ismail Ağayı ele alalım.Bu zat ayanlık yapan kardeşi Ömer Ağa nın halka fazla zulmettiği için idamı üzerine,etrafına topladığı 30-40 kişi ile Rusçuk,Ziştoy etrafında üç yıl kadar

Şimdide,tarihimize Kabakçı Mustafa Isyanı nı bastırarak yenilik taraftarı olarak tanınan ( Rusçuk Ayanı ) Alemdar Mustafa Paşa nın hikayesine bakalım.Alemdar,Rusçuk yeniçerilerinden birinin oğludur.Kendisi de Yeniçeri olup Rusçuk ta hayvan ticareti ve ziraat yapmaktaydı.Tirsiniklizade 'nin maiyetine girmiş,iyi dövüşçü olduğu için,hassa silahşörü olmuştur.Tirsinikli,onu,hükümetin reddetmesine rağmen,zorla Hazergrat Ayani yapmıştır.Oldu bitti,sonra dan kabul edilmiştir.Ismail Ağa nın öldürülmesi üzerine yine bir oldu bitti ile efendisinin yerine

Devlete uzun süre isyan ettikten sonra,Vidin Muhafızlığı ile Vezir olan Pazvantoğlu Osman Paşanın ölümü üzerine ,Tuna boyu boş kalmıştı.Yeni bir vali ve serasker gerekliydi.Ama bunun Rusçuk Ayanı Alemdar ile geçinebilmesi şarttı.Böyle bir geçimli kişi bulunabilmesi ive Alemdar'a beğendirilmesi çok şüpheli sayıldığından vezirlik ile valiliğin Alemdar'a verilmesi düşünülmüştür.Ama Alemdar'ın başka yere tayin ihtimali olan bir göreve yanaşmayacağı öngörülerek,görev suretiyle yani hiç bir zaman değiştirilmemek şartıyla,teklif edilmiştir.Alemdar'ın

Yeni kurulan ' Nizam ı Cedid ' Askeri aleyhinde kazan kaldıranlar arasında Alemdar da vardır.Edirne de toplanan Ayanlar,Sultan Selim'in ismini hutbeden çıkartmışlar ve Selim i tahttan indirmeye niyetlendirmişlerdir.İlerde aynı Alemdar,Selim'i kurtarmak için Istanbul'a yürüyecektir.Ayanların kazan kaldırmısıyle ' Nizam ı Cedid ' tesebbüsü suya düşmüştür.İlerde aynı Alemdar

Ayanların Edirne'de toplanıp ' Nizamı Cedid' e karşı çıkmasından hemen sonra başlayan Rus savaşı dolayısıyle,Sadrazamn 15 bin kişilik derme çatma bir kuvvetle Istanbul dan sınıra hareket etmiştir.Istanbul da kışlada bekleyen 20-30 bin Nizam ı Cedid askerlerinin kullanılmasına ayanların korkusuyla cesaret edilmemiştir.Hatta,ayanlar Sadrazamın bile cepheye gitmesinden kuşkulanmışlardır.Alemdar Paşa,Sadrazamın gelmesini istemediği belli etmiştir.Ayanlar güçlükle ikna edilebilmiş ve Sadrazam,Edirne ye dönmesini isteyen Alemdar Paşa,orduyu yeterli erzaktan yoksun bırakmıştır.Edirne den Başkent e

İttifak,Çapanoğlu,KaraOsmanoğlu vb gibi büyük derebeylerle, başta Sadrazam olmak üzere

Ne varki bazı Hukuk tarihçilerimiz,herhalde batı örneklerinin etkisiyle,bu anlaşayı despot padişahın yetkilerini sınırlıyan Türk tarihinin ilk kamu hukuk belgesidir demektedirler.Kanımca bu yanlızca eşkiyalığı meşrulaştıran bir belgeidi. Neden Eşkıya ?

Eşkiyalarla ayan ve idareciler arasında ilişki olmadığı sorusu gelebilir.İdareci ve ayanların hükümete

Türkiye de derebeyi genellikle feodal deyiminin karşılığı olarak

Bunların bazıları mahallin ayanı ve eşrafı,bazıları hükümete

Sırf koparabildiği gelirleri alabilmek için devlet bunları ister istemez tanıyor.Osmanlı ve Moğol örneklerinde

Bunlar,devletin kolay kolay sıkıştıramaayacağı bölgelerde tutunuyorlar ve etraflarında oldukça kuvvetli bir askeri güç topluyorlar.Bazıları adeta kendi başlarına hükümet gibi davranıyorlar ve toprağın sahibi olduğunu iddia ediyorlardı. 

Osmanlıdaki Derebeyi,Avrupa feodali değildir ve eğer belirli tarihsel şartlar olsaydı,mümkün olabilecek olan kapitalizmin gelişmesinin meydana gelmeyişinde onun feodal değil,derebeyi olmasının büyük rolüvardır.

Derebeyi ' hiçbir tarihsel sistemde meşruluğu,hiçbir tarihsel ekonomide fonksiyonu olmayan bir sınıftır ' Gerçekten ,herhangi bir toplumsal kuruluşta egemen sınıf,meşrutiyetini yerine getirdiği görevlerden alır.Bu görevlerin en başında da,asayişin az çok sağlanması

Görüldüğü gibi artık,tarım üretimin artmasını gözeten,geniş derbent örgütüyle

İşte Batı üstünlüğünün Osmanlı düzeninde yarattığı buhran sonucu ortaya çıkan manzara budur.Bununla birlikte XIX yy başlarına kadar durum,hiç değilse teorik planda,umutsuz değildir.Kapitalist gelişme yoluna girmek olanağı vardır.Gerçi batının




Sunday, October 13, 2019

CELALI ISYANLARI VE ETKILERI UZERINE BIR DENEME




Tarihçilerimizin uzun uzun anlattığı buhranın akışının tamamını anlatmak için sayfalar gerekir.Umarım ileride Anadolunun bu kara dönemini etraflıca işleriz.

Deniz üstünlüğünü sağlama çalışmaları,daha Kanuni zamanında başarısızlıkla sonuçlanmıştı.Fetihler artık karlı olmaktan çıkmıştı.Sömürgelerin altın ve gümüşü ile zenginleşen batı devletleri,artık ateşli silahlarla donatılmış profesyonel ordular besleyecek kudrete erişmişlerdi.Ardı arkasına gelen ve Imparatorluğun coğrafi konumu dolayısı ile uzun ve pahalı askeri seferler,devletin para sıkıntısını ve ekonomik sorunlarını artırmaktan başka bir sonuç vermemiştir.Üstelik savaş üstünlüğünü kaybeden merkezi ordu,iç politikada gerici bir güç haline gelmekteydi.Devlet giderleri artarken ,vergi sistemi,gelirlerin yükselen fiyatları izlemesine pek az imkan verdiğinden devlette para sıkıntı baş göstermiştir.Hazinenin sıkıntısı artık para nın değeri ile oynanarak çözülecek halden çıkmıştı.Para sıkıntısını gidermek için başvurulan yeni tedbirler ise,köylünün ve taşradaki resmi kimlikli kişilerin hoşnutsuzluğunu körüklemiş ve toprak düzenin altüst etmiştir.Tasarruf amacıyla,Hazine den aylık alan kapıkullarının ,bazılarına tımar ve zeamet verilmesi,has ve tımar sahipleri elindeki arazinin bir kısmını itiraz yoluyla hazineye mal edilmesi,memurlukların yüksek harç ve rüşvetle satılması,vergi toplama işini iltizama bırakılmasi,bir çok sipahinin dirliğinin geri alınması gibi tedbirler,başta sipahiler olmak üzere,memnun olmayan bir memur kitlersi yaratmıştır.

Bu tedbirler kadar,fiyat yükselmeleri dolayısıyla de reel gelirleri düşen has sahiplerinin adamlaru ile tımar sahipleri,tıpkı hazine gibi,keyfi vergilerle halkı ezmeye koyulmuşlardır.Sipahinin yavaş yavaş yerini alan mültezim,sürekli bir görev yüklenmediği ve yatırdığı parayı bir an evvel çıkarma endişesi taşıyan bir kapkaçcı ve vurguncu olduğu için köylüyü insafsızca sömürmüştür.

Sistem normal işlediği zaman,tarım üretiminde artış sağlamakta köylü kadar çıkarı olan ve bir cins ' tarım memuru ' sayılan sipahinin giderek tasfiyesi,tarım üretiminide etkilemiştir.Toprağını bırakan köylü sayısı çoğalmıştır.

Üstelik bu köyden kaçış,nüfusun %40 -50 gibi olağanüstü bir artış sağladığı bir dönem olmuştur.Büyük sayıda köylü delikanlı ( levent ) sokaklara dökülmüştür.Bu köy delikanlarının çoğu medrese öğrencisi ( suhte ) ve bey kapısında asker ( sekban ) olmuşlardır.Suhte ve Sekban olarak adlandırılan bu deilikanlıları.çok uzun bir dönemi kapsayan kanlı vuruşmaların vurucu gücünü oluşturucaklardır.

İşsizşer güruhunun softa kılığına bürünmüş olan suhteler,çeteler halinde köyleri basacak ve kanlı yağmalara girişeceklerdir.Hangi resmi sıfatlı kişi daha çok ücret ve yağma payı verirse ,onun hizmetine giren levent ve sekbanlar da bazen asayişi korumakla görevli devriye bölüklerinde,bazende asi Celali birliklerinde köy soygunlarına yöneleceklerdir.Paşalar,Yeniçeri ağaları,tımar sahipleri,bölükbaşılar,Celali eşkiyası olacaktır.

Padişahlar,adalet fermanları ile asayiş kuvvetlerine karşı köylülerin milis kuvvetleri kurarak ,kendilerini koruma hakkını tanıyacaklardır.Sivrilen bazı milis şefleri de ( yiğitbaşı),öteki resmi sıfatlı kişiler gibi,köy soygunları ile beslenen yağmacılar dönüşeceklerdir...Anadolu köy hayatını altüst eden Celali isyanları,ellerinde '' hükm i hümayun'' ya da '' emr i şerif '' ile eşkiyalığa çıkan resmi sıfatlı kişilerin,geçim sıkıntısı içindeki işsiz köylü delikanları kitlesini kullanarak,köyle karşı giriştikleri haydutluktan ibarettir.Yine aynı köy delikanlılarından kurulu,isyanlaru bastırmakla,görevli devriye bölükleri de,köye zulmetmekte,suhteler ve Celalilerle yarışmaktadırlar.

Celali isyanlarını ,köylü ayaklanmaları olarak açıklamak gercek bir yaklaşım değildir.Sipahi,levent,Saruca,Sebkan,deli taifeleri ile kapıdan kopmuş serseri kopuk alaylar iddiaları ve davaları ne olursa olsun bir noktada ittifak ediyorlardı.Köyleri basmak ve köylüyü soymak..

Din adamından,asayiş görevlisinden ,asi devlet,memurundan,köy milis güçleri şefinden ve hatta bunları temizlemekle görevli paşalardan dahi gelen zulum;aml güvenliğinden vazgeçen köylüyü can güvenliği derdine düşürmüştür.Köylü,ovadaki ve yollar üzerindeki köyleri bırakmış,resmi sıfatlı kişilerin erişemeceği ,gözdem uzak noktalarda 5-10 hanelik yerleşme bölgelerine sığınmıştır.Tarihimizde buna ' Büyük Kaçgun ' denir.

Köylülerin devlet büyüklerine yazdıkları mektuplar ' terk i diyar ' ve ' Cela yi vatan ' feryatlarıyla doludur..Köylüler bu dağılmaya ' perakende olmak ' diyorlardır.Anadolu'nun bugün en elverişsiz yerlerde 74 bin yerleşme noktasında toplanmış akıl dışı dağınık köy yapısı,merkeziyetçi Osmanlı düzeninin Batı üstünlüğü karşısında sürüklendiği buhranın eseridir.Bu buhran sonucudur ki,kamyondan düşmüş çuvaldan saçılan patatesleri hatırlatan yeni Osmanlı köy düzeni,Asya üretim tarzı taraftarlarına hak verdiricek biçimde,dünya ile ilgisini kesmiş,içine kapalı ,ufak,bağımsız hücreler haline gelmiştir...

XVI yüzyılın sonlarına doğru başlayan bu çözülme sürecini şöyle değerlendirebiliriz.'' Köylerin dağılması ile İç Anadolu'nun coğrafi manzarasında asli değişiklikler meydana gelmiştir.Büyük köyler parçalanarak ,bölgenin en mahfuz ve en ücra ve aynı zamanda en sarp bölümlerine sığınmışlardır..Veya bataklıkların arasındaki adacıklara iltica etmişlerdir ve XVII asırda kır iskanında meydana gelen bu parçalanma tesirlerini evvela tarla kültürlerinin gerilemesine,hatta cok yerde hiç yapılamamasına kadar götürmüş,köylerini terk edip dağlık sahalara çekilenler ise,ancak geçimlerini sağlayacak kadar hayvan besleyen çoban haline gelmişlerdir '' Gerileyen göçebe hayat tarzı XVII yy sonra yeniden önem kazanmıştır.

'' Bu tertibin en karakteristik tarafı,hayat tarzlarının seçilmesinde,her şeyden evvek gizlenmek ve nisbeten yollardan uzak kalmak prensibinin hakim olmasıdır.Ancak XVI asırda varlıkları ttesbit edilen iskan ünitelerinden pek çoğunun daha sonraki asırlarda yer değiştirmiş veya izlerinin silinmiş olması,kır iskanı üzerinde çeşitli baskıların devam ettiğini ve buna dayanamayna iskan ünitelerinin yeni şartlara uymak zorunda '' kaldıkları göstermektedir.'' Nitekim kuytu sahalarda kurulmuş iskan ünitelerinden pek çoğu günümüze kadar ulaşabilmişken,açık sahalardaki iskan ünitelerinin pek çoğu dağılmış veya yer değiştirmişleridr ''

'' Anadolu nun ekonomik yapısu çok yerde eski ile mukayese edilemeyecek kadar değişikliğe uğramıştır,Anadolu da süregelen bu mücadeleler sırasında ve XIX asırda birçok şehir ve kasaba eski canlılığın kaybetmiş ,hatta bir kısım kasabalar nüfus kaybetmek suretiyle ,iri köyler seviyesine inmiş,bu arada köylerin birçoğu yerdeğiştirmek veya iskan sahasını terketmek yüzünden boş kalmışlardır.Bu karışık devrede açık sahaların öncelikle terkedilmiş olması ise,bir takım allüvial ovalar üzerinde geniş ve devamlı bataklıklar meydana gelmiş ve bu alanlar kronik sıtma yayılma sahaları olmuşlardır.Bu şartlar içinde,eski verimli topraklar,ancak kışın uğranabilen ve ancak hayvan otlatılan kışlak sahaları halini atmışlardır ''

' Son 10 – 15 yılın iç karışıklıkları,devletin yanlız ziraat işletmeciliği alanındaki düzenini değil,bütün iktisadi hayatını,para eldeğişimi sistemini ,iç ve dış alımsatım dengesini altüst etti.Bu arada yerli zanaat büyük bir çöküntüye ugradı '


'' Diyebilirizki,XVI yy in sonlarıdan birden kabarmaya başlayan iç karşıklıklar,tarlada uğraşan kişilere çiftlerini bıraktırıp,onları celalilik etmeye çekmiş,bu da memleketi kıtlığa,kıtlık iç göçlere götürmüş,en az on bel yıllık ekmeksizlik halkın üzerinden bir silindir gibi geçmiştir ''

'' Evvelce hazinenin zengin gelir kaynağu olan Diyarbakrı – Mardin – Rakka -Birecik yöresi sancaklarında pekçok köylerin harap ve adeta nüfussuz kaldıklarını görmekteyiz ''

'' Kadroları binleri aşan pek çok Celali gruplarının türemesi,Anadolu çiftçisini,bazan kendisine de hucum olacak diye korkuttuğu,bazan da,bu karışıklıtan gidip çevresinden uzakta geçen yağmalardan nasibini almak hevesine sürüklediği için,hemen bütün köyler yerlerinden oynadılar''

'' Fetret döneminde Orta Anadolu'ya göre daha iyice olan Ege bölgesinin Büyük Kaçgun sğresi içindeki hayatı hakikaten acıklı geçmiştir.Yukarıda saydığımız Celali reislerinden başka,Karakız,Şeytanoğlu,Zülfükar,Ören,Tacettin gibi daha pek çoklarının ,kalabalık bölükleriyle,çevrelerini ateş ve kana boyadıklarını ,başlarındaki binlerce leventlerinin karınlarına bir lokma ekmeği ve keselerine birkaç akçelik gündeliği ( ulufeyi ) bu şekilde kanlı yoldan sağlamaya çalışmalarına eklemeliyiz ''

'' Fetret süresinde büyük bir soygun ve yıkıp yakma olayına uğramış bulunan Orta Anadolu nun 1603 ten sonra gelen Kaçgun dönemindeki yaşantısı da az acıklı değildi.Tavil Mehmet ve Karakaş Ahmed gibi eşkiyalıkta baş mertebeye erişmiş Celalilerden başka,diğer daha birçok azılı zorbalarda bu bölgede hayatı halka zehir etmişlerdir,hükümet düzeni diye bir şey bırakmamışlardır ''

'' Levent soygunlaru diye nitelenebilecek olan büyük karışıklıların yerlerinden oynattığı milyonlarca köylünün gittikleri yerler,önem sırası ile aşağıdadır.

1- Hükümetin izni ile,uygun yerlerde yapılan palankaların ve şehirlerle kasabalardaki kalelerin içine sığınmaları..

2-Görülmesi,ya da ulaşılması güç,sarp,dere içi ve ormanlık yerlerde kurulan derme çatma yeni köylere taşınmak suretiyle,eski köylerin yerlerini değiştirme..

3-Başka sancaklara,özellikle doğunun sınır vilayetlerine kadar giden uzak göçmeler

4-Böylece,türlü yönlere dağılarak ekip biçme ve hayatını iyi kötü kazanma düzenini bozma zorunda kalmış olan ailelerin genç ve gücü yerinde erkeklerinin levent bölüklerine karışmaları

'' Celali fetreti ve Büyük Kacgunluk sıralarında köylülerin,hatta kasabalıların,canlarını kurtarmak için,göze görünmez ormanlık ,kayalık,dağ kovukları gibi yerlere kaçtıklarını,bazan vakit bulamayış yüzünden eşya,yiyecek,ekin ve hayvan sürülerini bile ortada koydularını,kadılar şikayet yazılarında veya resmi raporlar sayılan '' kazaya '' defterlerinde kaydetmişlerdir.Topcular katibi Abdülkadir Efendi de '' Vakayıname ''sinde,halkın dağlara ve balkanlara ( dağlık ve ormanlık ,insanın kolay giremeyeceği karışık ve görünmez yerlere ) sığınarak,palamut ile karın doyuracak bir yaşantı sürmeye başladıklarını tekrar tekrar söyleyip durmuştur ''

Yalnız köyler değil,şehirlerde de tahrip edilmiştir. '' Talihsiz Ankara şehir,Deli Hasan'a büyük bir fidye ödedikten sekiz dokuz ay sonra,bir de Karakaş Ahmed'in Celali bölükleri tarafında kuşatılmış ve bu azılı haydut şehrin surların dışında kalan Karaoğlan,Samanpazarı,Karacabey hamaı çizisi yanlarına düşen bütün çarşı mahallerini insafsızca yakmış idi.Ege bölgesine doğru olan Afyon,Kütahya,Isparta ve öteki bir sürü kasabalar,ya yıkılmışlar, ya da ellerinde neleri varsa verip canlarını zor kurtarmışlardı.Kastamonu yu Yularkastı ve adamları yaktı,yağmaladı.

Amasya,Tokat,Karahisarişarki ve Yeşilırmak yöresinin daha bir sürü kasabaları kalabalık Eşkıya gruplarınca kuşatılarak aylarca aç susuz kendilerini korumaya çalıştılar.Çoğu kasabada evler hanlar,dükkanlar,hatta cami ve medreseler Celalilerin çıkardıkları yangınlarıda yok olup gittiler.Kayseri nin başına gelenler de Ankara nındakinden aşağı kalmamış,Orta Anadolu nun o zaman Ankara dan sonra en büyük ticaret ve endüstri merkezi olan bu büyük şehir,yıllarca Celalilerin saldırılarına karşı koymuş,açlık,hastalık,yangın gibi olaylar burayı da harabeye çevirmişti.Malatya,Harput,Maraş,Urfa ve öteki şehir ve kasabalar,aşağı yukarı bu anlattığımız yerlerdekinin birer aynı veya daha ağırından felaketleri yaşamışlardır.

Sözün kısası,Celali Felaketi ve onu kovalayan daha yıkıcı bir devir olarak Büyük Kaçgun,Türkiye nin toplum hayatını gerek dirlik ve gerek düzenliği yönlerinden yüzyıllar boyunca onaramayacağı kayıplara uğratmıştır ''

Bütün Anadolu yu bir daha kendine gelemeyecek şekilde etkilenen yeni bir Türk köyünü yaratır.Zavallı köylüler sahipsizdi.Mallarından vazgeçmişler canlarını düşünüyorlardı.Hürriyete kavuşabilmek için açlığa ve sefalete razı idiler.Zorbaların gelemeyecekleri yerlere çekiliyorlar,onların katlanamayacağı hayata intibak ediyorlardır.Böylece köyle beşer onar evlere dağılmıştı.Ovalarda sular yatağını bırakmış,köylüler gibi serseri olmuştu.Herkes yollardan kaçıyordu...

Kervansaraylar ıssız kalmıştı.Şenlikli kervan yolları artık mamur köylere uğramıyordu.Onlar çöl ortalarında geçip gidiyordu.Bu çölün ortasında en korkunç bulut,silahlı kuvvet karaltısı idi.Atlının tırmanamadığı ve barınamadığı taş içleri,çıplak dağ dorukları,yol vermeyen orman izbeleri ,susuz setp ortaları....Artık buraları güvenli yerlerdi.Oralarda ne sipahi,ne celali,ne levent,ne saruca,ne deli vardı.Çünkü şehirlerin ve hükümetin bulunduğu yerde hayat boğucu ve öldürücü idi.... Zulmün yetişemediği yerde hayat ne kadar tatlı oluyordu !

Bu sefil göçün ne zaman dindiğini bilemiyoruz.Fakat Anadolu köylüsünün bu hayata asırlarca katlandığı kayıtlarda görülüyor.

Bu uzun boğuşma ' Türk köylerini parçalayıp dağıttı.Hele salgın denilen topyekün vergi,herkesi mal sahibi olmaktan nefret ettirdi.Köylüler ,üçer dörder haen halinde verimsiz,susuz,sakar yerlere çekildiler.Ham tabiatın şiddetine ,hem silahlı kuvvetlerin tecavüzüne karşı gelebilmek için de,insiyaki bir çaba ile bir in edinmeye başladılar.Meskenlerin mühim bir parçası toprak içinde idi,diğer yarısı öbürüne yaslanıyordu.

Kurt sürüsünün hücumuna karşı at yılgıları kafakafaya gelerek,sıkı bir daire yaptığı gibi Köy evleride tıpkı öyle birbiri üzerine abanarak bir küme yapıyordu.Bu küme çok defa bir kaplumbağaya benzerdi.Çok alçak kapılardan hangi ocağın başına gidileceği kestirilemez.Ve tek bri dam halinde olan köyün üst tarafındaki bacaların hangi kapıya ait olduğunu ev sahibi bile söyleyemez.Pencereler yok gibidir.Işık ve hava verme vazifesi bacalara ve kapılara bırakılmıştır.Bugünde aynı evler vardır.

'' Bizde köy evleri,Celali,Saruca,Deli,Mütesellim ve keyfi şekilde salgın toplar,başıboş,zorba kuvvetlerin saldırısına karşı siper olmak üzere yapılmış zeminliklerden başka bir şey değildir.Buna birde can korkusu ile yerleştikleri sarp yerleri eklemek gerekiri.

Böyle olduğu halde,Türk köylüsünün insafsız düşmanları,onlara da yetişti.O zaman Türk köylüsü,en son savunma silahını yani yoksulluğu kullandı.

Köy hayatında mal ve can güvenliğinin ortadan kalkmasıyla birlikte,halkın dini dünya görüşünde köklü değişiklikler olmuştur.1580 – 1600 yılları arasında Istanbul ve Anadolu'da kıyamet gününün yaklaştığı ve Mehdi nin geleceği inancı yayılmıştır.Yeryüzünde iyiye gidiş umudunu yitiren halk kitleleri,kurtuluşu başka dünyalarda aramaya koyulmuştur.Kadercilik,İslamiyetin değil,bu ekonomik çöküntünün sonucudur.

Böylece gelişme yollarında ilerlemeye bir engel teşkil etmeyen din,bunalım döneminde ters bir yol oynamıştır.XVI yüzyıldan itibaren dinin,bunalımı şiddetlendirici etkisini şöyle açıklayabiliriz: iktisadi çöküntü ve mali darlık devam ettiği için,Fazıl Ahmet Paşanın sadrazamnlık devri de sosyal bir karısıklık içinde geçiyordu.Bazı medreseliler çöküntünün nedeni olarak,birtakım kimselerin dine ve onun şeriatına aykırı işler yapmakta olduklarını ileri sürmekte idileri.Garibi şu ki,bu türlü yobazların küfür diye halka yasakladıkları yaşantı kendilerinin evlerinde sürdükleri yaşantının tam kendisi idi ve bu husus yüzlerine vurulduğu zaman ,kolayca bir tevil yolu buluyorlardı.Belki,medreseli yobazlığının taşınamaz yük haline getirdiği dini hayata bir tepki olmak üzere,İslam kurallarına aykırı düşünenler de çıkmış,bunlardan fikrinde direnenler,ağır cezalara çarptırıldılar.Şu özellik kolayca dikkati çekiyorki,devleti içine düştüğü düzeni bozuk gidişatı ve toplumu adeta çözülmeye doğru götüren çöküntüyü önleyecek tedbirleri aramaya kimse fırsat bulamadan,medreselilerin tutucu zümresi ise,işi,halkta dine saygının azalmasının ve dinsiz denebilecek kişilerin halk arasında yaşamalarına göz yumulmasının Allah tarafından bütün müslümanlara ceza verilmesine sebep olduğu biçiminde anlamlayıp çıkıyorlar,bu durumda hükümet de,kendisini bu çeşit izahların etkisne kaptırarak,herkesin ibadetini yapması için fermanlar yayınlıyor,dini görevlerinde kusur edenleri şiddetli cezalara çarptırıyordu.Müslüman halkın tutuculuğu Hristiyan halka karşı tutuculuğu yarattığından,bundan faydalanmak isteyen Rusya'nın daha bu sıralarda Ortodoks dindaşları ile ilgilenmeye başlamış olduğunu görüyoruz.''




Kaynakça : Doğan Avcıoğlu Türkiyenin Düzeni
Prof Tankut '' Köylerimiz '

Sunday, October 6, 2019

ÇANAKKALE SAVAŞINDA ALMAN DENIZALTISI





Ingiliz Amiralinin forsunu taşıyan büyük bir savaş gemisinde,müthiş telaş ve heyecan vardı.Bütün yüksek rütbeli deniz subaylarıyla Çanakkale savaşı'nı yerinde takip etmek üzere Londra dan gelmiş olan '' Daily Telegraph '' gazetesinin ünlü yazarı Ellis Ashmit Hartlet kumanda köprüsünde toplanmışlardı.Dürbünler kabatepe yönüne çevrilmişti.

Amiral,dürbününü üzgün bir tavırla indirerek :
    Efendilerim,Triumph gitti '
Tüm deniz subayları hemen toplandılar ve sulara gömülmekte olan ' Triumph ' zırhlısını selamladılar.Ünlü gazeteci merak edip sordu :
Acaba neden infilak etti ?
Amiral bir an durdu,sonra:' Bir Alman denizaltısının saldırısına uğradı muhakkak ' dedi
Yüksek rütbeli tüm donanma subaylarıhep birden amirali tasdik ettiler
Evet bir Alman denizaltısı
Tahminlerinde haklıydılar.Aslında,bir kaç gün önce Alman denizaltılarının Çanakkale yolunda oldukları hakkında bir istihbarat almışlar ve alarm durumuna geçmişlerdi.

Olay 25 Mayıs Pazar 1915 gününün erken saatlerinde ceryan etmişti.

Türk Deniz Kuvvetleri Kumandanı Alman Amirali Souchon ,Avusturya Donanma Komutanlığına müracaat ederek iki denizaltı gönderilmesi ihtimalini sormuş,ancak red cevabı almıştı.Bunun üzerine Amiral 2 Mart 1915 de Berlin deki Deniz Kuvvetleri komutanlığına bir telgraf çekerek şöyle dedi:

'' Çanakkale savunmasında denizaltıların etkisi pek ümit verici ve degerli olabilir.Avusturya Donanma komutanlığı denizaltı isteğimi Adriyatik denizindeki operasyonlarını öne sürerek red etti.Denizaltıların her türlü ihtiyacı Osmanlı Hükümeti tarafından Anadolu sahilllerinde karşılanacaktır ''

Aynı gün Enver Paşa'da Alman Orduları Başkumandanlığına bir telgraf çekerek,Çanakkale savunmasını anlatarak şöyle diyordu.
^'' Birkaç büyük denizlatıya ihtiyaç vardır.Bu takdirde düşman Çanakkale boğazını yarıp geçmeyi düşünemeaz.Eğer Avusturyadan uc buyuk denizaltıyı satın alırsak bu konuyu çözebiliriz.Gemileri alırız,sizde Alman personeli yollarsanız sorunumuzu çözeriz ''

Ertesi gün yani 3 Mart günü Istanbul daki Alamn Büyük Elçisi Von Vangelheim,Berlindeki dış işleri bakanlığına aynı isteği tekrarlayan bir telgraf çekti :

Berlindeki Donanma Kurmay dairesi ile Avusturya Donanma Komutanlığı arasındaki temaslar da bir sonuc vermemiş,Avusturyalılar ihtiyaçları olduğunu söyleyip,talebi red etmiştir.

Alman Donanma Komutanlığı uzun süren görüşmelerden ve yazışmalardan sonra 10 Mart 1915 te Açık Deniz Komutanlığına iki denizaltının Çanakkale savunmasında kullanılmak üzere hazırlanmasını bildirdi.Komutanlık ellerinde U-21 i teklif edince,hemen kabul edildi.
U 21 22 Ekim 1913 tarihinde denize indirilmiş olup 650 tonluk bir denizaltıydı.İkinci denizaltı UB 8 olup parçalar halinde trenle Avusturyanın Pola limanına gönderilmiş ve montajı burada yapılan küçük bir denizaltıydı.



Kıdemli Yüzbaşı Hersing Kumandasında bulunan ' U 21 ' 25 Nisan 1915 te Wilhelmhafen'den hareket etti.Avusturyanın Kataro limanına kadar hiç bir yere uğramayacak ,ancak İspanya'nın kuzeybatı sahilinde bulunan Finisterre Burnu açıklarında kendini belirleyecek olan ' Marzala' vapurundan yağ ve malzeme alabilecekti.

Alman Donanma Komutanlığında ' U 21' in Çanakkale'ye kadar olan binlerce mil mesafeyi nasıl alabileceğine dair ciddi endişeler vardı.Birinci dünya savaşı boyunca Alman Deniz Kuvvetleri Komutanlığını yapan Amiral Scherr şöyle demişti:

'' U 21'in Çanakkale savunmasına gönderilmesi denizaltımızın seyir kabiliyetlerinin ne derece büyük olduğuna bir delildir ''

' U 21 ' Wilhelmshafe'den hareketinden bir hafta sonra,Finisterre açıklarında ' Marzala ' levazım gemisi ile buluşmuş rampa ederek çok miktarda erzak ve 12 da yakacak yağ almıştı.Sonra birbirlerine veda ederek ayrılmışlardır.Fakat ' Marzala' dan alınan yağ denizaltındaki dizel motorlarında yanmıyordu.Yapılan bütün gayretler ve tecrübeler boşa çıktı.

56 ton yağla denize açılmış olan 'U-21 ',Almanya'dan 2000 mil ve Kataro'dan ise daha fazla bir uzaklıkta bulunuyordu ve deposunda 25 ton yağ kalmıştı.Geriye dönse ,dönemez ,ileriye gitse yağ yetmeyebilirdi.

Kıdemli Yüzbaşı Hersing,her ne pahasına olursa olsun,yoluna devam etmeye karar verdi.Yağdan tasarruf etmek için çoğunlukla deniz üstünde ve süratini azaltarak yol almaya başlamıştı.

Finisterre den Cebelitarık'a kadar olan mesafe dört günde alınmıştı.Cebelitarık Boğazından içeriye girildiği zaman takvim 6 Mayıs 1915 i gösteriyordu.

' U-21' Kuzey Afrika sahillerini takip ederek yol alırken,Fransız savaş gemileri kendilerini görmüşlerdi.Fakat denizlatı dalarak kurtulmuştu.Wilhelmshafen'den ayrıldıktan 18 gün sonra Adriyatik Denizi'ne gelinmişti.13 Mayıs'ta denizaltının ancak 1300 kilo yağı kalmıştı.Yüzbaşı Hersing bunu anılarıdan şöyle aktarır:
' Herşeyi,yaşamı,doğduğum tarihi bile unutabilirim fakat 1300 rakkamını tüm ömrüm boyunca unutamayacağım '

Bir Avusturya destroyeriyle 13 Mayıs 1915 te karşılaşan Alman denizaltısı onun yedeğinde Kataro'ya gelmişti.Buradan bol miktarda erzak ve yağ aldı.
' Oh ! Dünya varmış ' diyen Yüzbaşı Hersing,anılarında Çanakkale Savaslarına da değinir:
'' Kataro da Çanakkale de olanlar hakkında geniş bilgi aldık.Gelibolu'da Türkler'le Ingilizler en şiddetli bir ölüm keşmekeşi içinde bulunmaktaydılar.Ingilizler'in Anzak taburları hergün yeni bir hiddet ve cesaretle Türk siperlerine saldırıyorlardı.Türkler ise,Türk askerinin eskiden beri meşhur olan inat ve kahramanlığıyla karşı koyuyorlardı''

'' Ingiliz hücumları gemiler tarafından gayet mükemmel destekleniyordu.Ingiliz donanması karadaki ordusunun savletlerine,ateşlerinin bütün kuvvet ve ağırlığıyla yardım ediyordu.Muazzam ingiliz zırhlıları sahilden açıkta duruyorlar ve Türk siperlerine 38'lik toplarıyla yıldırımlar yağdırıyorlardı. ''

'' Hayalimde bir denizaltının ,bu alev kusan devlerin yanına yaklaştığını görüyor gibi oluyordum ''

Kataro da bir hafta kalan U-21 Yunan adaları sahillerinde dolaşarak ve Adalar denizinden geçerek Gelibolu yarımadasına yaklaştı.Bu sırada Ingilizler ve Müttefikleri bir Alman denizaltısının Akdeniz'e girdiğini haber almışlar ve Çanakkale sularındaki gemilerine alarm vermişlerdi.

Büyük zırhlılar muhafaza altına alınmışlardı.Mesela Kabatepe'de demir üzerinde yatan ve son günlerde 19luk toplarıyla ve gerekse hafif bataryalarıyle sabahtan akşama kadar Maydos,Kilya ve Maltepe ile Türk mevzilerini ve bataryalarını bombardıman eden Ingiliz ' Triumph' zırhlısı destroyerlerle muhafaz ediliyordu.

'' Triumph ' 1903 te denize indirilmiş olup 133 m boyunda 20 mil süratinde 12.000 tonilatınluk bir zırhlıydı.

U-21 24 Mayıs'ta saat 11.45 'te Dedeağaç'ın güneyinde bir savaş gemisi gördü.Yaklaştığı zaman bunun '' Ascolt'' adındaki bir Rus kruvazörü olduğu anlaşildı.Kruvazör ,5 m,il uzakta demirlemişti.Denizaltı,görünmemek için daldı.Yüzbaşı Hersing isabetten emin olmasına rağmen nedense,'' Ascolt'' a hucum etmedi.Birinci Dünya Savaşında Türk donanmasında irtibat subayı olarak bulunan ve savaştan sonra Alman Deniz Müzesi Müdürlüğüne atanan Amiral Lorey'e göre ,Hersing,daha ziyade Gelibolu yarımadaıs önüne giderek ilk taaruzunu Gelibolu önünde bulunan Ingiliz Fransız donanmasına yapmayı düşünmüştü ''

Amiral Lorey derki :
'' Hersing gemisinin henüz rapor edilmediğini kabul ediyordu.Ingiliz olmayan bir kruvazöre torpido atmakla esas mevkideki taaruz ümidini azaltmaktan kaçınmak istiyordu ''

25 Mayıs 1915 Pazar günüydü.Hava sakin,deniz adeta dümdüzdü.Görüş sahası açıktı.Düşman ana kuvvetlerinin Kabatepe açığında olmadığı ve Helias burnunda bulunduğu anlaşılmıştı :

Hersing '' Hedefe yaklaşıyoruz '' diyordu

Gün ağarırken,ana kuvvet üzerine taarruz edemeyeceğini anladı.Çünkü görülmesinden endişe ediyordu.Saat 05.30 da birçok gemilerle emniyete alınmış üç zırhlı gördü.Nihayet,saat 06.21 de e yakın bulunan '' Triumph'' zırhlısına taaruz kararını verdi.Bu sırada Ingilizler de U21i farketmişlerdi.Bir taraftan destroyerler gidip geliyor ,öte taraftan '' Triumph'' demire üzerine manevralar yapmaya ve denizaltıya provasını vermeye çalışıyordu.

Yüzbaşı Hersing şöyle anlatır :
'' Bir müddet periskopu çıkarmaya cesaret edemeyerek etrafımızı görmeksizin suyun altından gittik.Yolumuz yarımadanın kuzeyinden geçiyordu.Saat 16.30 du.Periskop bir harp gemmisi daha daha gösterdi.Kataloga bakarak geminin Triumph sınıfından olduğunu anladım.Yine sürü ile takip gemileri koca bir devle küçücük cücelerin muhafaz etmesi kabilinden muazzam hattı harp sefinesin etrafında dolaşıyorlardı''

'' Triumph'' 300 yarda mesafede burnunu doğuya çevirmiş,pür azamet duruyordu.Eminim ,şimdiye kadar hiçbir denizaltı güzel bir hedef bulmamıştır ''
'' Torpil Ateş ! ''
'' Emrini verdiğim zaman yüreğimizin hopladığını hissettim.Şimdi,korkunç,hareketsiz sükün dakikası...Intizar ve merak demir pençesiyle kalbimi sıkıyordu.Her tehlikeyi unutarak periskopu dışarıya çıkardım.İşte,denizaltının bunundan ayrılarak giden beyaz köpük sütununu görüyordum.Dosdoğru gidiyor,azametli düşmanımızın tam bordasına doğru süratle yol alıyordu.Birden büyük bri duman bulutu fışkırdı.Tarassut kulesinde evvele iki cizmin çarpışmasından doğan madeni ses ve hemen akabinde de etrafı titreten bir infilak işittik''

'' Manzara o kadar cezbedici ve bağlayıcıydı ki,bu korkunç manzarayı sonuna kadar seyretmeden terketmemek için hayatımızı tehlikeye koymaya kifayet edecek kadar uzun müddet periskopu dışarıda bırakmıştık ''
'' Triumph'' batmıştı.Kocaçimen'de Türk tarassuf mahallerinde bulunanlar bu manzarayı sevinçle seyrediyorlar,alkışlıyorlardı''

Akdeniz Seferi Kuvgetşer Başkumandanı General Ian Hamilton SS ' Arcadinan ' savaş gemisindeki karargahında '' Triumph'un batırıldığını haber aldığı zaman şöyle bağırmıştı :

Ama ! Buna inanmak bile Güç ! ''




Kaynakça: Yıllarboyu Tarih Dergiis





Saturday, September 7, 2019

VENEDIK ELCISI GRITTI'NIN HIKAYESI




Venedik'in XVI yy daki Istanbul elçileri arasında,Andrea Gritti adı,unutulmaz bir isimdir.Gritti gençlik yıllarında  Ingiltere,Fransa,Ispanya'da görev yapmış olan dedesi elçi Triadan ile birlikte bu ülkeleri dolaşarak belirli bir diplomasi tecrübesi kazanmıştı..

Eğitimli,soylu ve ticareti iyi bilen kişiler arasından seçilen Venedik elçilerinin  entelektüel açıdan en dikkat çekenlerden  biri olan Gritti,İtalyanca dışında Yunanca ve Türkçe dahil 6 dil konuşabiliyordu.

Döneminin en önemli sanat hamilerinden biri olan Gritti,ünlü Mimar Sansovino'yu himayesine almış,onunla çok yakın dost olmuş,Tiziano'ya bir portresini  yaptırmış ve müzikle yakından ilgilenmiştir.

Uzun boylu,hoş,epey de yakışıklı olan Gritti,Padova Universitesinde  felsefe eğitimi görmüştü.

Aslında Venedik'in XIII yy dan itibaren Istanbul'a gönderdiği sürekli elçi ve konsolosların neredeyse hemen hepsi,Padova Üniversitesi'nde eğitim almış kişilerin arasından seçilirdi.

Bu elçi ve Konsoloslar,gittikleri ülenin dilini,geleneklerini,önemli kişilerini gayet iyi bilirlerdi.Edindikleri bilgileride ,Osmanlının '' Sefaretname '' Italyanların '' Relazione '' adı verdikleri raporlar  halinde düzenleyip,Venedik Senatosuna törenle sunarlardı.

Bu elçilerin raporlarını Senato'da okumaları,Venedik sosyal yaşantısı içinde çok önem verilen bir olaydı.Bu nedenle,bu rapor okumaların her biri,ihtişamlı törenlere dönüşürdü.Osmanlı döneminde elçiler,Istanbul'a padişaha takdim edilerken de muhteşem törenler yapılırdı.Büyük ihtimalle,Venedik'teki törenler de,Istanbul'daki törenler örnek alınarak ortaya çıkmıştır.

İşte Andera Gritti de 1497 yılında Istanbul'a geldiğinde böylesine muhteşem bir törenle karşılandı...
1498 de Osmanlı ile Venedik arasında ,Akdeniz'de sorunlar yaşanırken Gritti,Osmanlı'nın genel durumu ile ilgili şifreli mektuplar yazıp Venedik hükümetine bilgi göndermeye başlar.Sadrazam Hersekli Ahmet Paşa ile kurduğu yakın dostluk sayesinde,Saray'da yaşanan gelişmelerden sürekli haberdardır.Ayrıca Gritti,Osmanlının görkemli başkentinde ,çok renkli bir hayat sürer.Venedik Doçu ( doge-düka ) Andrea Vendramin'n yeğeni olan karısı,yegane meşru çocuğu olan Francesco'yu doğururken ölmüştür.....

Kadınlara düşkünlüğü ile tanınan Gritti,Istanbul'da üç ayrı kadından ( muhtemelen genç rum kadınları ) Giorgio,Lorenzo ve Alvise adlı üç oğlan çocuğu sahibi olur.

1499 da Osmanlı ile Venedik arasında savaş patlak verdiğindan,Gritti'nin Venedikli komutanlara Osmanlı askeri gücüne ilişkin bilgiler sızdırdığından şüphe edilmeye başlanır.1499 un yaz aylarında ,Gritti'nin şifreli mektuplarını taşıyan bir adamı yakalanır ve idam edilir.

Bu olayın ardından,16 Venedikli tüccar ile birlikte,1500 yılının Nisan ayından Gritti de hapse attılır.Ama saray daki dostları sayesinde 1501 de kefaletle serbest bırakılır.

1502 nin Mart ayında bir tekneyle ve yaklaşık iki aylık bir yolculuktan sonra Venedik'e dönebileb Gritti burada,Osmanlı ve Venedik arasındaki barış görüşmelerine katılır.1503 te Venedik'i temsilen,resmi elçi sıfatıyla yeniden Istanbul'a gelen Gritti,Osmanlı ile barış antlaşmasını imzalar....

İşte Gritti,ünlü sefaretnamesini de bu görevinden Venedik'e dönerken hazırlamış ve senatoya sunmuştur.Bu sefaretnamede,Sadrazam Hersekli Ahmet Paşa ile olduğu kadar ,Sultan II.Beyazid ile de yakınlıklarından söz eder....

Gritti,Istanbul'daki elçilik görevinden Venedik'e dönünce,1509 da San Marcı Prokuratörü ( Haznedar ) seçilir.Aynı yıl,Venedik kuvvetlerine komuta ederek,birliklerini Padova'dan harekete geçirir ve 1512 de Brescia'yı Fransızlardan geri almayı başarır.Artık Gritti,Güçlü bir general olduğunu da kanıtlamıştır.

20 Mayıs 1523 te ' Venedik Doçu ' seçilen Gritt'nin gayrımeşru oğulları da Istanbul dan Venedik'e gelirler.Ancak bunlardan Giorgio,Venedik'te mutlu olamayacağını anlayıp,malını mülkünü satarak bir daha geri dönmemek  üzere Venedik'ten  ayrılıp Istanbul'a yerleşir.Gritti'nin oğullarından Lorenzo'dan ise kayıtlarda hiç söz edilmez;üçüncü oğlu Alvise'nin ise Venedikte ve Padova Üniversitesinde eğitim aldıktan sonra ,Giorgio gibi Istanbul'a yerleşmeyi tercih ettiği bilinir..

İşte ' Pera ' ya ' Beyoğlu ' adı verilmesine yol açan şahisyetin Andrea Gritti'nin bu üçüncü oğlu yani Alvise olduğu düşünülür;Elçiliğin  bu semte taşınmasının ardından,İstanbul'da yaşayan Venedik  asilzadeleri de hılza bölgeye yerleşmeye başlayıp,butaya kendi kültürlerinin damgasını vurmuşlardır.Bir kaynakta,'' Beyoğlu,o günlerde İtalyan Rönesansı'nın Doğu Akdeniz şubesi gibiydi '' denir..

Gritti gibi dikkat çekici bir yaşam süren Venedik soylusunun oğlu olduğu için,gayrımeşru da olsa,Beyoğlu denmiş olması,şaşırtıcı gözükmez.....

Alvise'nin Beyoğlu sokaklarından her geçişinde,arkasından ' Beyoğlu geliyor '' ya da '' Beyoğlu geçiyor '' diye konuşulmuş olması da yadırganacak bir durum değildir.

Alvise,sadece babasının ismiyle ünlenmiş bir kişilik değildir.O da babası gibi,Istanbul da Saray ile yakından ilgilidir ve Sadrazam Ibrahim Paşa ile sıkı bir dostluk kurmuştur.Alvise,İtalyada almış olduğu eğitimin ve Ibrahim Paşa'nın yardımıyla Kanuni Sultan Süleyman'a ' Mücevgercibaşı ' olur.

Bu sayede büyük bir servete de kavuşan Alvise'nin konumu,Venedik Doçu seçilmiş olan Andrea Gritti'yi çok zor duruma sokar.Akdeniz'de Osmanlı ile Venedik Cumhuriyeti arasında kıyasıya bir mücadelenin yaşandığı bir dönemde,gayrimeşruda olsa,Venedik Doçu'nun bir oğlu'nun Osmanlı sarayında çok önemli bir görevde bulunması,Venedikliler arasında huzursuzluk yaratmıştır.

Bu huzursuzluk Venedik Kamuoyundan ,Gritti'nin doçluk görevine son verilmesi yolunda bir eğilime yol açar.

Sıkça rastlanmasa da,bu daha önce de yaşanmış bir durumdur.17 Nisan 1355 te Doç Marino Faliero ihanetle suçlanarak sadece sekiz ay önce ,büyük törenlerle doçluk tacını giydiği Dükalık Sarayı'nın merdivenlerinde başı kesilmek suretiyle idam edilmiştir.15 Nisan 1423 te Venedik Doçu seçilen Francesco Foscari de müsrifliği yüzündnen huzursuzluk yaratmış,bir rüşvet skandalı nedeniyle yargılanıp Girit'e sürgün edilen oğlunun Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet'ten yardım istemesiyle de kendisinden tacı geri alınmıştır.Foscari,23 Ekim 1457 de sarayı terk edip gitnek zorunda bırakılmıştır.

Andrea Gritti de Venedik'te bu tür sıkıntılar yaşarken,Alvise 1528 de Osmanlı ordusuyla beraber Macaristan seferi'ne çıkar;Viyana kuşatmasına  katılır.Andrea Gritti de artık '' Türk 'ün adamı ' olarak anılırı.

Üçbin kişilik ordunun başındaki sarat erkanından biri olan Alvise,1534 de isyancılar tarafından başı kesilerek öldürüldüğünde,konumunun yarattığı tüm sıkıntılara rağmen bu ölüm Andrea Gritti'yi 1506 da ölen meşru oğlu Francesco'yu yitirmiş olmaktan çok daha fazla sarsar

Ancak Gritti,sürekli dedikodulara yol açan görkemli bir hayat sürmekten asla vazgeçmez.Değişik kadınlarla ilişkiye girip,yeniden çocuk sahibi olmaya devam eder.Safahat,yemek ve içki düşkünlüğü ,sonunda onun hayatına mal olur;

Her noel kutlamasında yılan balığı kızartması yemek,Venedik te bir gelenektir.Ama 28 Aralık 1538 gecesi,ailesine ait Palazzo Gritti de aşırı miktarda yılan balığı kızartması yiyen 84 yaşındaki Doç Andrea Gritti,bu yüzden ölür..

Ölümünden sonra,Gritti'nin bir heykeli,Osmanlı ile ilişkilerde oynadığı önemli rol nedeniyle,Piazzetta'ya bakan dış süslemeleri Gritti'nin doç olduğu dönemde ,1536 de yapılmış olan Dükalık Sarayı'nın cephe balkonunun üzerine yerleştirilir.

Balyos kelimesinin anlamı nedir ?

Osmanlı,Istanbul'a gelen Venedik elçilerini '' Balyos ' diye adlandırılır.Bu sözcük,İtalyanca '' elçi ' anlamına gelen '' bailo ' dan türetilmiştir.
Istanbul da yaşayan yurttaşlarının can ve mal güvenliğiyle de ilgilenen Venedik elçilerinin,başkentte iki ikametgahı olmuştur.ilki haliç kıyılarındaki Fener semtinde  bulunan bir ahşap konaktı.Buradan Bahçekapı'ya kadar uzanan bölgede büyük bir Venedik kolonisi yaşardı.....
Elçilik konağının n bulunduğu mahalle,XV yy kayıtlarında ' Aslanlı Ev Mahallesi '' olarak yer alır.Nedeni,Venediik bayrağında bulunan San Marco'nun kanatlı aslan figürüdür.Venedik elçisinin ikametine ayrılmış bu ahşap yapının ,büyük bir yangının ardından yok olduğu var sayılır.
XVI yy da Beyoğlu da yeni bir saray inşa edilir ve Venedik elçiliği bu taş binaya taşınır..

1503-1641 yılları arasnda ,elçi trafiğinin en yoğun yaşandığı dönemde,Venedik'ten Istanbul'a tam 39 Elçi gitniştir.Aynı dönemde,Vatikan'a 27,Fransa ya 23,Avusturya ve Ispanya ya 18 er elçi gönderildiği düşünülürse,Venedik Istanbul arasındaki ilişkinin önemi ortaya çıkar.İstanbul'da görev yapmak,Venedik elçileri için,dönüşlerinde daha üst kademede bir görev fırsatı demekti.Istanbul elçilerinin,görev bitiminde Venedik'te doç seçilmeleri de bir gelenek olmuştu...

GAZAL GEMISI NASIL URANIA ŞİLEBINI NASIL ELE GEÇIRDI ?






Türk ordusunun Batı Anadolu'daki geniş harekatı,1922 yılının Ekim ayı başında tamamlanmıştı.Ankara hükümeti,Mudanya'da yapılması gereken  anlaşma için hazırlık yapıyordu.Ancak Yunan kara güçleri etkisiz hale getirilmesine rağmen,Yunan donanmasına ait gemiler hem Karadeniz hem de Marmara'da hala tehdit unsuru oluşturuyorlardı.

Özellikle Romanya ve Bulgaristan kıyılarından Istanbul'a taşınan mühimmatın durdurulması,Türk ordusunu işgal güçleri karşısında daja da kuvvetli hale getirecekti.Bu nedenle,Karadeniz'de görev yapan gemilere  öncelikle Yunan bandıralı ticaret gemilerini bulma,el koyma,gerekirse batırma emri verilmişti..

Amasra Bahriye Kumandanlığı emrine verilen Gazal Römorkörü de Batı Karadeniz'de nakliyat görevini sürdüren az sayıdaki Türk teknesinden biriydi.Sürekli seyir halinde bulunduğu için,ciddi bir bakım ve onarım görmemişti.Makine ve kazanlarında önemli arızalra vardı.Seyir halindeyken  aralıklarla  makinelerini durdurarak kazın basıncını yüksek tutabiliyordu...

Ekim 1922 de Gazal zorlu nakliyat görevlerinden birini üstlenmişti.Römorkörün komutanı  Kıdemli Yüzbaşı Nazmi Bey,Tuna nehri deltası ile Istanbul boğazı arasındaki trafik rotalarında Yunan bandıralı ticaret gemilerini arayıp bulacak,ama düşman gemilerinin sayıca çok olduğu Istanbul boğazına yaklaşmayacaktı.

Gazal 7 ekim 1922 günü saat 11.00 sularında kuzeye doğru seyrederken,Istanbul boğazının 60 mil kuzeyinde Boğaz'a doğru seyreden bir ticaret gemisi gördü.Ticaret gemisine yaklaşılınca  geminin adının Urania olduğu anlaşıldı.Yüzbaşı Nazmi bey ,Urania gemisinin kaptanından ,geminin hangi ülkenin bayrağını taşıdığını ,hareket limanı ve rotasını bildirmesini istedi.Uraniannı kaptanı,geminin Yunan bandıralı olduğunu ,Köstence'den hareketle Boğaz rotasında ilerlediğini bildirerek,Yunan bayrağını kıç gönderine çekti.Bunun üzerine Gazal derhal Türk bayrağını çekti ve topunu şilerbib köprü üstüne doğru çevirdi.

Yunan gemisinde büyük bir panik başladı,Yunanlı kaptan,direnmeden  geminin teslim olduğunu bildirdi.45 tonluk Gazal Römorkörü ,2200 tonluk gemiyi ele geçirmişti...

Aslında Yüzbaşı Nazmi Bey,Yunanlı kaptana isteklerini bildirirken büyük bir riskın altına girmişti.Çünkü Gazal'a monte edilen top arızalı olduğundan çalışmıyordu..Ancak Mühendis Seyfi bey,topun üzerindeki brandayı o kadar hızlı ve kararlı bir şekilde Urania'nın üzerine  yönlendirmişti ki,Yunan gemisinin personeli tereddüt etmeden teslim lmak zorunda kalmıştı.

Nazmi bey hemen Gazal'dan bir filikayı denize indirterek Üsteğmen Sabri Bey'e  Urania'yı teslim alması emrini verdi.Üsteğmen Sabri bey ve üç erden oluşan müsadere timi,Urania gemisinin köprü üstü,telsiz ve makine dairesini kontrol altına aldı.Yunan gemisiin kontrolü tamamen sağlandıktan sonra,her iki gemi Karadeniz Ereğli'ye gitmek üzere harekete geçti.Nazmi Bey seyir sırasında Urania'ya geçti.Ingiliz Karakol gemileri ile temas riskina karşı ,önce doğu rotasında seyredildi.Daha sonra Gazal rotasını güneye doğru değiştirdi.8 Ekim 1922 de Karadeniz Ereğliye ulaştı.

Ele geçirilen 2.200 tonluk Urania gemisindeki kereste ve karpite el konuldu.Gerekli hukuki islemler tamamlanarak,gemiye Türk Bayrağı çekildi ve  ' Samsun ' adı verildi.Karadeniz'deki nakliyat çalışmalarına  katılmak üzere Trabzon Nakliyat ı Bahriye komutanlığıba verilen,Samsun gemisi,22 Ekim 1922 de vardığı Trabzon limanında 2.200 ton kereste ve 55 ton karpitten oluşan yükünü boşalttı.Ardından limandaki atelyede bakımı yapıldı.Urania gemisi ' Samsun ' adıyla görev yaptı ve savaştan sonra da Seyr i Sefa nın idaresine verildi...

YUNAN ASKERLERI KAÇARKEN MANISA YI NASIL YAKTI ?





Izmir'in İşgalini takip eden günlerde Yunan birlikleri,plan gereğince Aydın ve çevresinde büyük bir direniş gücü olduğunu öne sürerek,Manisa ve Ayvalık yönüne doğru işgal hareketini genişletmeye başladılar.21 Mayıs'ta Albay Çekalos'un komutasındaki Yunan V.Alayı Manisa üzerine yürümeye başladı.

Istanbul'dan direnmeyin emri alan Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey ve kentteki Ingiliz subayların telkinleriyle ,Manisa hiç bir direnme olmadan 25 Mayıs Günü işgal edildi.İşgal altındaki Manisa,yaralama,öldürme ve Rum çetelerin çiftlik baskınları ile,üç yıl geçirdi.

1922 Agustosunda Büyük Taaruz'un başarıya ulaşmasının ardından,Yunan işgalindeki pek çok Batı Anadolu kentinde olduğu gibi Manisa'da da Yunan askerleri ile yerli Rumlar 'da gözle görülür bir telaş ve endişe başladı.

Türkler,henüz neler olduğunu ve yaşananların kendilerini nasıl etkileyeceğini anlamamıştı.Ancak,yerli Rumların işlerini tasfiye etmeye çalışmaları ,taşınmazları için Türkler arasında müşteri aramaları,Yunanlılar açısında önemli değişmeler olduüunu gösteriyordu.

Bu arada tüm,şehirde,Manisa'nın yakılacağına dair dedikodular almış yürümüştü.Pek çok yerli Rum,bu durumu önceden Türk komşularına söylemişti.Yunan işgal güçlerinden aldıkları haberleri anlatan Rumların verdikleri bilgiye göre 150 – 200 kişilik Yangın Müfrezeleri kuruluyordu.Bunlar,çekilmenin adrından geride kalacak ve gazli paçavralarla Manisa'yı ateşe vereceklerdi.

Çekilmenin hızlandığı Eylül ayının ilk günlerinde,Türklere Manisa'dan çıkma izni verilmiyordu.Rumlar ve işbirlikçi hükümet yetkilileri Izmir'e gitmek için izin alırken,Türkler evlerine hapsedilmişlerdi.

Kentin işgaline direnilmesine izin vermeyen Mutasarrıf Hüsnü Bey,Izmir'e ilk kaçanlardan biriydi.Kentte,tek sorumlu olarak kalan belediye başkanı Rıza Bey,Yunan işgal Gücü Komutanı Albay Bagorci'ye giderek '' Rum,Yahudi ve Ermenilerin göç ederek ızmir'e gittiklerini ancak Türklerin evlerine hapsedilmesinin kuşku yarattığını,Manisa'nın yakılacağı konusundaki dedikodulara ciddiyet kazandırdığını '' söyledi.Ancak sonuç alamadı.

Bu sırada Yunan İşgal Komutanlığı,göğüsleri kırmızı işaretli tahrip birliklerini kurmaya başladı.Bu ekipler Manisayı kapı kapı gezerek şehri tanımaya çalışıyorlardı.

Aynı günlerde,Yunan geri çekilişinin tam bir bozguan dönüştüğü anlaşılıyordu.Manisa da da sokakları üstü başı perişan,bitkin,yorgun,tüfeğini kaybetmiş askerler doldurmaya başlamıştı.Yıkılan Yunan otoritesinin boşluğunu doldurmak için çeteler açığa çıkmıştı ve yağmacılık son aşamadaydı.

Yunan İşgal Gücü Komutanı Bagorci ve yardımcısı Filipos,5 Eylül günü akşama kadar tahrip birlikleri ile ilgilendiler,malzemelerini dağıttılar.Plan üzerinde uygulama yapıldı.Deneme olarak Malta semti taeşe verildi.Ertesi gün plan uygulamaya konuldu.Sabah saatleriyle birlikte çarşı ateşe verildi.Birkaç kısa çatışma sesinin ardından yangın hızla yayıldı.Halk,tahrip birliklerinden,çetecilerden ve bozguna uğramış sokaklarda amaçsız dolaşan askerleden sakınarak Spil dağına doğru kaçmaya başladı.İkiyüz kişi Fransız Hat Komutanlığının binasına sığınarak canını kurtarabildi.Albay Bogarci,son olarak Hükümet Konağı'nı yaktırarak kentten ayrıldı.

Sadece kenar mahallelerde tahrip ekiplerine karşı direnenler mahallerini yanmaktan kurtarmışlardı.8 Eylül 1922 sabahı,Albay Sami Bey komutasındaki Türk Birlikleri Manisa'ya girdiklerinde şehir alev alev yanıyordu.Kenar mahallerde parça parça yanmamış evler vardı.Maddi hasar 10 bin 700 ev,13 Camii,2 bin728 dükkan ,19 han,26 bağ kulesi,3 fabrika,5 çiftliğin yanması ile 50 milyon olarak saptandı.Şehrin bütün maddi varlığı yok oldu.3500 kişi yanarak ve 855 kişi kurşunlanarak öldürüldü.

Manisayı yaktıran Albay Bagorci ise 9 Eylül günü Izmir'de esir alınan Yunanlılar arasındaydı.

Kaynak:Populer tarih dergisi Kansu Şarman ın yazısından alınmıştır

SALAHADDIN EYYUBI RENAUD YU NEDEN ÖLDÜRDÜ ?




Kudüs Krallığı,Mart 1185te IV Baudouin'in ölümünden sonra çıkan iç çatışmalar ve bölgedeki kıtlık tehlikesi sonucu,iyice zayıflar.Trablus kontu Raymon'un yeğeni çocuk kral V.Baudouin de ölünce annesi Sibylle'e Kudüste taç giydirdi.Sibylle de ikinci kocası Guy de Lusignan'ı kral ilan eder.İşte bu kargaşa döneminin önde gelen isimlerinden biri de,yine eski Antakya Prinkepsi Renaud de Chatillon ve taraftarıdır

Renaud 16 yıl Halep'te hapis yattıktan sonra serbest kalır ve yeni kral Guy tarafından,kendisine kerak kalesinin idaresi verilir.Aslında yeni kral müslümanlarla ile barış taraftarıdır.Ancak kralın yakın dostu Renaud ,Müslümanlara karşı yıllardan beri sürdürdüğü düşmanlıktan vazgeçmemiştir:Kızıldeniz'e bir donanma gönderip Mekke'ye giden gemileri vrumak ,Afrika kıyılarındaki küçük şehirleri yağmalamak,Hindistan'dan gelen ticaret gemilerini ele geçirmek peşindedir.

Kerak kalesi kendisine verildikten sonra Renaud,Kudüs krallığı topraklarından geçerek,barış anlaşması sayesinde ,Dimaşk ile Mısır arasında ticaret yapan kervanlara saldırır;1186 sonunda ,Kahire'den Dımaşk'a giden büyük bir kervanı koruyan küçük askeri birliği kılıçtan geçirir;tüccarları aileleriyle birlikte ,Kerak kalesi'ne hapseder.Kendisine Barış antlaşmasını hatırlatan tüccarlara'' Sizi kurtarması için Muhammed'inize yalvarın '' diyen Renauld'nun elde ettiği ganimet de muazzamdır.O yıllarda ,Mısır'dan Dicle kıyılarına kadar uzanan bölgede hakimiyetini kuvvetlendiren ve bütün haçlı devletlerini çember içine alan Salahaddin Eyyubi bu olayı öğrendiğinde ,Renaud'yu yakalarsa '' Kendi elleriyle öldüreceği '' yemin eder.

Selahhiddin önce Kerak üzerine sefer yaparak Maverayürürdün bölgesine girer ve Renaud'ya bağlı araziyi yağmalar.Renaud ise Kerak kalesinden dışarı çıkmaz.........Hittin savaşı ( 4 Temmuz 1187 ) sonrasında ise Salahaddin ,sözünü yerine getirir ve Kudüs Kralı Guy'in hayatını bağışlamasına rağmen,Renaud Chatillon'u kendi elleri ile öldürür


HAÇLILAR UZERINE BIR DENEME .BOLUM 1



Haçlı Seferleri döneminde,bir çok haçlı kralı ve Lideri,Türklere esir düşmüştür.Yüzyıllarca süren bu dönemin savaş ve mücadeleleri sırasında ,bu gibi pek çok örnek vardır.Bunlardan biriside,Kudüs Kralı II.Baudouin'in ( 1118-1131) iki defa türklerin eline düşmesi olayıdır.

Hikayemizin dışında kalmakla beraber,belirtmek gerekir ki,II Baudouin henüz Urfa Kontu iken ,7 Mayıs 1104 tarihindeki Harran savaşı sırasında ,yine Artuklu ailesinden Artuklupğlu sökmen beyin eline esir düşmüştü.

Yıllar sonra ise ,Artuklu beyi Nuruddevle Belek,1121-1122 yıllarında amcası ilgazi ile Kuzey suriye bölgesine yaptıkları seferden ülkesine geri dönerken Urfa Kontluğu bölgesinden geçtiği sırada,kendisini gafil avlamak isteyen Urfa Kontu Joscelin de Courtenay'ı ve Birecek hakimi Galeran'ı yanındaki 60 kişi ile esir aldı ( 13 Eylül 1122 )

Joscelin'in Türklerin eline esir düşmesi,Haçlılar arasında ,çok büyük bir moral bozukluğu yarattı.Çünkü,üç sene önce ,Belek'in Amcası Ilgazi,kanlı meydan savaşında Antakya'nın hakimi Roger de Salerne'i yenilgiye uğratıp öldürünce,Antakya haçlı devleti başsız kalmıştı.Bu defa da Joscelin'in esir düşmesi ile Urfa kontluğu lidersiz kalmış oluyordu.

Antakyanın idaresini üstlenmiş olan Kudüs Kralı II.Baudouin bu durumda Urfa kontluğunun idaresinide üstüne almak zorunda kaldı.II.Baudouin,Joscelin'in esaretini ve onun Harput kalesine hapsedildiğini öğrenince,derhal Antakya dan Harput yönünde harekete geçti.Bu arada Belek,bütün dikkatini bölgesinde huzursuzluk çıkaran Gerger'a yöneltmişti.Çünkü Gerger'i alarak bölgedeki gücünü arttırmak istiyordu.Gerger'in Ermeni hakimi Mikhail ise,Müslüman Türklerin akınlarına daha fazla dayanamayacağını bildiğinden ,şehri II Baudouin'e teslim etmek istiyordu.

Baudouin,Asarab'ı kuşattığı sırad,Belek'in yeniden Gerger'i kuşatmış olduğu haberini aldı.Bunun üzerine Baudouin hemm Joscelin ve Galeran'ın intikamını almak hem de Belek'i bu bölgeden tamamen uzaklaştırmak amacıyla derhal kuzeye yöneldi.

Baudouin bütün kuvvetlerini toplayarak Ra'ban şehrine geldi.Belek,onun kendi bölgesine yaklaştığını duyunca,Haçlı kuvvetlerini gafil avlamak için,üzerlerine yürüdü.Haçlılar,Artuklu beyi,Belek'in kendilerine bu kadar yaklaşmış olduğundan habersizdiler.

Baudouin,Senç-Gandar ( Sence ) köprüsüne gelip nehri geçti ve Sınçirig ( Köpek suyu ) denilen yerde kamp kurdu:niyeti,biraz dinlenmekti.Adamları ile şahin avına çıkmak için hazırlandı.

Tam bu sırada Belek tüm kuvvetiyle hücum ederek haçlıların çoğunu kılıçtan geçirdi ve Baudouin'i esir etti ( 18 Nisan 1123 ) Onuda Urfa kontu ile aynı yere Harput kalesine hapsetti.

Belek böylece,hem Baudouin'i,hemde Urfa kontu Joscelin'i hemde Birecik hakimi Galeran'ı esir almakla büyük bir ün kazandı.Ancak onun esas isteği,Amcası Ilgazi gibi Haleb şehrini ele geçirmekti.

Nitekim,Baudouin'i esir aldıktan iki ay sonra Haleb'i ele geçirdi ( 17 Haziran 1123 ) .Ne var ki kısa bir süre sonra Kefertab kalesinde kendisine karşı bir isyan çıktığını haber alınca ,değerli esirlerini Harput kalesine hapsedip,ordusu ile kuzey suriye bölgesine Kefertab üzerine yürüdü.Ancak,kuşatma sırasında Harput'tan gelen bir haber onu çok şaşırttı.

Harput'ta zindanda bulunan haçlı liderlei ,şehirdeki Ermeniler ile anlaşarak,dışarıdan yardım sağlamayı başarmışlardı.

Karşılıklı yeminlerden sonra,Urfa'dan buraya 50 kadar casus gönderildi.Bunlar kendilerini ,ticari eşya taşıyan veya satan fakir tüccarlar gibi gösterdiler.Kalenin iç kalesine kadar sokuldular.

Bu sırada Kale Komutan'ı esirlerin dostu olan bir ermeni ile satranç oynamakta idi.Tüccar kılığındaki bu casuslar güya,kendilerine yapılan haksızlıklar şikayet etmek istiyorlarmış gibi,ihtiyatla ve göze çarpmadan kumandana yaklaşıp onu öldürdüler.Hiç vakit kaybetmeden esirleri kaçırdılar.

Fakat bunlar henüz kaleden çıkamadan,olay duyulur ve civardaki türk askerleri tarafından kale sarılır,giriş vr çıkışlar kapatılır.Kral Baudouin bunu görünce hepsinin kaleden kaçıp kurtulmasının imkansızlığını anladı.İçlerinden yanlızca birinin yardım toplamak üzere kaçmasını ileri sürdü .Bu görev Urfa kontu Joscelin de Courtenay' verildi.

Joscelin ,arkadaşlarını kurtarmak için bir ordu toplamak amacıyla kaleden kaçtı.

Gündüzleri saklanarak,geceleri yürüyerek sonunda Teli -Başir'e vard.Buradan da Antakya vce Kudus'e giderek Harput kalesindeki mahpus arkadaşlarını kurtarmak için birlikler toplamaya başladı ve yanındaki Haçlı birlikleri ile Teli Başir'e döndü..

Fakat burada,Belek'in tekrar Harput Kalesin'ni ele geçirdiği ve Baudouin'i yeniden hapsettiği yolundaki haberlerini öğrenince,Joscelin'in kralı ve yandaşlarını kurtarma planları suya düştü.

Bu arada Harput'taki isyanı haber almış bulunan Belek,çağdaş bir tarih yazarının ifadesiyle ' bir kartal uçuşu sürati ' ile,Harput önüne gelmiş,Haçlılardan kaleyi kendisine teslim etmelerini istemiş,fakat Kral II.Baudouin bu teklifi kabul etmemişti..



Bunun üzerine Belek,kaleyi bir hafta içinde ele geçirmiş ve isyan eden esirlerin çoğunu öldürterek,Baudouin'i bu defa Harran kalesine götürüp hapsetmişti.

Ne varki,bu olaydan kısa süre sonra Artuklu Beyi Belek,Menbiç kalesi'ni ele geçirmek üzere buraya gelmiş ve kuşatma sırasında içeriden atılan bir ok ile köprücük kemiğinin üstünden yaralanmıştı.

Belek saplanan oku çekip çıkarttıktan sonra üzerie tükürerek'' Bu bütün Müslümanlara isabet eden bir musibettir '' demiş ve kısa bir süre sonra,aldığı bu yara dolayısıyla ölmüştü.

Belek'in mirasını,amcası Ilgazi'nin oğullaru Timurtaş Şemsüddevle Süleyman ve diğer amcası Sökmen'in oğlu Davud aralarında paylaştılar.Bu arada Harran kalesinde bulunan Baudouin,Haleb bölgesi ile birlikte Timurtaş'ın hissesine düşmüştü.

Timurtaş ne yazıkki babası,amcası ve amca çocukları gibi kahraman bir lider değildi.Sakin ve huzurlu bir hayatı tercih etmekte,Haçlılara karşı mücadeleye girişmek istememekteydi.

Fakat Müslümanlar arasında çıkan miras problemleri,pekala Haçlıların işine yaramaktaydı.Urfa kontu jocelin ,Şabahtan bölgesine saldırdığı gibi,Gerger kalesi de yine Ermeni Mikhail'in eline geçti.

Bu arada Timurtaş,esir kralı Haleb'e getirmiş ve buradaki kaleyi hapsetmişti.Ancak,Baudouin'in esaretten kurtulması için yapılan tekliflere de önem vermekteydi.
Kral Baudouin'in serbest bırakılışını,ünlü tarih yazarı Ibnü'l Adim eserinde şöyle kaydetmiştir '' 16 Haziran 1124 tarihinde Haleb zindanında bulunan II Baudouin ile Timurtal arasında Asarib,Zardana,El Cezr,Kefertab ve ayrıca Azaz kalelerinin,Müslümanlara teslimi,20 bini peşin olmak üzere ve 80 bin dinar fidye ödenmesi ve Timurtaş'ın Hille emiri Dübeys bin Sadaka'ya karşı girileceği harekata,Baudouin'in askeri yardımda bulunması karşılığında Kudüs kralının serbest bırakılması için anlaşmaya vardılar''

Ibnü'L Adim'in aktardıklarına göre ,Baudouin hapisten çıkarılır ve Timurtaş'ın huzuruna götürülür:'' İkisi karşılıklı konuşup içki içtiler,Timurtaş krala hükümdarlık cübbesi,altın işlemeli başlık,mesh ve tozluk giydirdi ve hatta Belek'in onu esir ettiği gün ganimet olarak aldığı atını da iade etti.Bundan sonra,II.Baudouin bu ata binerek 19 Haziran 1124 tarihinde Şeyzer'e gitti.Timurtaş'a ettiğ vaatlere sadık kalacağına dair yemin etti ve kendi ülkesinden gönderilecek rehineleri burada bekledi.Rehine olarak kararlaştırılan küçük kızı Joveta,Joscelin'in oğlu ( sonraki Urfa kontu II.Joscelin,o sırada 11 yaşında idi ) diğer Frank ileri gelenlerin çocuklarından oluşan 12 kişilik grup,önceden ödenmesi ön görülen 20 bin dinar ile birlikte gelince,Ebu'l Asakir 30 Agustos 1124 tarihinde Baudouin'i serbest bıraktı,o da Antakyaya gitti.

Baudouin serbest kalıp Antakya'ya ulaştığında ,Timurtaş ile yaptığı anlaşmanın,hiç olmazsa,Müslümanlara terk etmeye söz verdiği kalelerle ilgili kısmını yerine getirmeye niyeti olmadığını açıkca ilan etti.

Bunun için hazırlamiş olduğu bahane de ilginçti; Antakya Patriği kendisine kurtuluş şartlarını sormuş ve Azaz'ın teslimi hakkındaki maddeyi duyunca,krala bunu yerine getirmeyi yasaklamıştı !

Bu arada,Hille emiri Dübeys bin Sadaka da olaya karıştı;Dübeys,daha İlgazinin elinde,bulunduğu sıralarda,Haleb'e göz koymuş,Timurtaş'ın zamanında da Haleb'i ele geçirmeye çalışmış,ama başarılı olamamıştı.

Şimdi ise,Timurtaş ile Antakya'da buluna Baudouin arasında kararlaştırılmış olan fidyenin ödenme şeklini tespit eden elçiler gelip giderken;Dübeys,Caber kalesi sahibi Halim bin Malik aracılığı ile,Urfa kontu Joscelin ve Kral Baudouin'e başvurarak.Haleb'i ele geçirmesi konusunda kendisine yardımcı oldukları takdirde,Haçlıları metbu tanıyacağını bildiriyordu !

Timurtaş,Haçlıların yeminlerine sadık kalmayacağını haber alınca,ağabeyi,Şemsüddevle Süleyman'ın yardımı ile asker toplamak için 8 ekim 1124 de Mardin'e gitti.

Nihayet 30 Eylül 1124 tarihinde,anlaşmanın tamamıyla bozulduğu ve Baudouin'in Haleb'i kuşatmak üzere Artah'a yöneldiği haberi geldi.Baudouin 8 Ekim 1124 de Haleb kapısı önünde idi...

Dübeys bin Sada ve Joscelin de Tell-Başır'den hareketle,Baudouin'in kuvvetleriyle birleştiler.Böylece Haleb önünde 200'ü Haçlılara ve 100'ü Arap reislerine ait bir ordu ile halep kuşatıldı.

Bu kuşatma Musul'un Türk Valisi Aksungur El Porsuki'nin birlikleriyle beraber Haleb şehrinin yardımına gelişine,30 Ocak 1125 tarihine kadar sürdü.Haleb tarihinde çok acı bir sayfa olan bu kuşatmayı,ünlü Islam tarihçisi Inbü'l Adim eserinde şöyle tasvir eder..
'' Haçlılar Haleb'e saldırdılar,ağaçları kestiler,çok sayıda türbeyi tahrip ederek Müslüman mezarlarını soydular,ölülerin tabutlarını çadırlarına götürerek yiyeceklerine sandık olarak kullandılar,kefenleri soyup mafsalları ayrılmamış ölülerin ayaklarına ip bağlayarak,Müslümanaların gözü önünde sürüklediler.Bunlara işaret ederek '' İşte Peygamberiniz Muhammed '' ,'' İşte sizin Aliniz '' diye alay ediyorlardı.Haleb'in dışındaki türbelerden bir mushaf alarak,'' Ey Müslümanlar kitabınızı görün '' diyen bir Haçlı,kutsal kitabı delip bir ip ile atının eyeri arkasına bağladı..At,kitap üzerine pisledikçe bu adam elini şaklatıp kahkalar atıyordu.Yakaladıkları Müslümanların ellerini ve cinsel uzuvlarını keserek geriye gönderiyorlardı.Müslümanlarda onlardan aldıkları esirler aynı şekilde davrandılar.Müslümanlar surlar üzerinden '' Eyy Dübeys Eyy Ugursuz diye '' bağırıyorlardı.Şehri Musul valisi Aksungur kurtardı



OSMANLILARDAN ÖNCE KIBRIS TARIHI ÜZERINE BIR DENEME


Akdeniz'in Sicilya ve Sardunya'dan sonraki üçüncü büyük adası Kıbrıs,Büyük Roma Imparatorluğunun 395 te idari bakımdan ikiye ayrılmasıyla,Imparatorluk topraklarının doğu yarısı sınırları içinde kalır.Bu tarihten 1191'e ,Haçlı seferleri döneminde Batı'nın eline geçene kadar Kıbrıs,Bizans'ın bir eyaleti olarak varlığını sürdürür.

Ortaçağ'a girerken,4 yyin ortalarından,arka arkaya yaşanan depremlerden ağır zarar gören Kıbrıs ,Imparator Konstantinos tarafından büyük çapta onarılarak,bu felaketin tahribatını atlatır.Bu arada eski Salamis şehri de,' Constantia' adıyla yeni den kurularak Kıbrıs'ın merkezi olur.

Ada,Efes Konsilinde ( 431 ) alınan karar uyarınca,Ortodoks kilisesi'nin dört büyük patrikliği arkasında yer alan bir Başpiskoposluk ile idare edilmeye başlanır.Ancak,536'da Imparator I Justianos bu duruma son verir ve adayı beş bölgeye ayırarak merkezi idareye bağlar...

Kıbrıs Coğrafi mevkii,askeri ve ticari önemi dolayısıyla,asırlarca Müslümanlarla Hristiyanlar arasında bir mücadele aracı olacaktır.Halife Osman döneminde başlayıp ( 648 ),Halife Abdülmelik bin Mervan ( 685 ) dönemine kadar süren kuşatmalar,savaşlar ve antlaşmaların ardı arkası kesilmez..

Bu arada,Abdülmelik bin Mervan ile Bizans Imparatoru II.Justinianos arasındaki barış şartlarına göre,Kıbrıs'tan alınan verginin iki taraf arasında bölüşülmesine de karar verilir.Ayrıca Imparator ,Kıbrıs Başpiskoposu'nu ve adanın Ortodoks kilisesine bağlı yerli halkını,Kyzikos yakınındaki ( Erdek )yeni inşa ettirdiği Justinianopolis şehrine naklettirir..Kıbrıs Başpiskoposunun unvanında,bu şehrin adı bugunde zikredilmektedir.

Kıbrıslıların sürgünü,adaya dönmelerine izin verildiği 695 yılına kadar sürer.Bu arada yerli halktan Suriye'ye götürülenler de Kıbrıs'a geri dönerler.

Halife II.Velid,743te donanma kumandanı Esved Bin Bilal'i Kıbrıs'a sefere memur eder.Fakat kayda değer bir sonuç alınamaz.Kıbrıs,Abbasi Halifesi Ebu Cafer el Mansur zamanında ( 754-775 ) kadar,Müslümanlara yıllık verği ödemeye devam eder.

Islami devlet merkezinin Dımaşk'tan Bağdat'a nakledilmesiyle,Bizans doğu sınırında,gerek karada gerek denizde rahata kavuşur.Abbasiler arasında kargaşanın sürdürdüğü yıllarda ise,Imparator V. Constantinos 746 da Maraş'ı zapteder.Bizans donanması da Iskenderiye den gönderilen bir Müslüman filosunu Kıbrıs açıklarında yenilgiye uğratır ( 747 )
772 ve 790 da gerçekleştirilen seferlerden sonra,806 yılında Harünürreşid'in emriyle Hümeyd bin Ma'yüf Kıbrıs'a sefer düzenleyerek 16 bin kişiyi esir alır.Fakat Kıbrıs yinede Bizans Imparatorluğuna bağlı kalır.

Imparator I Basileos'un kumandan Alexios'u Kıbrıs'a vali olarak tayin ettiği yıllarda,Kıbrıs,Abbasi halifesine haraç ödemeye devam eder.905 te Logothetes Himerios,Girit'teki Müslümanlara karşı saldırılarında,Kıbrıs'ı üs olarak kullanır.

911-912 yılları arasında ,bir bizans dönmesi olan Damanianos idaresindeki ,Müslüman ordusu,Kıbrıs'ı dört ay boyunca işgal eder.961 de Girit'in kesin olarak Bizans hakimiyetine girmesinden sonra ,Kıbrıs'ta da Bizans Imparatorluğunun otoritesi yeniden kurulur.Bununla beraber 1043 ve 1092 de merkezi idareye karşı ayaklanmalar olur.

Kıbrıs,X yy sonunda haçlı seferleri başladığında,Bizans ile Haçlılar arasında,iyi ilişkiler ve yakın temas sağlayan bir rol üstlenir.1098 de Antakya'yı kuşatan Haçlılara Kıbrıs'tan yiyecek yardımı gelir.

XII yy başında Antakya Prinkepsi Tankredin Lazkiye ye saldırısı karşısında ,Imparatorluk donanması,müdahaleyi Kıbrıs'tan yürütür;Kudüs Kralı I Baudouin'in Beyrut'u zaptı üzerine ( 13 Mayıs 1110 ) aralarında şehrin valisinin de bulunduğu pek çok kişi,Kıbrıs'a sığınır.İlk Maruniler de bu sıralarda Kıbrıs'a gelir..

Imparator II Ioannes Komnenos,1136-37 deki Suriye seferi'nde Tel Hamdun kalesini ele geçirdikten sonra halkını da kıbrısa sürer.1148 de Imparatır I.Manule Komnenos ,Venediklilere tanınan ticari imtiyazların Girit ve Kıbrıs için de geçerli olduğunu kabul eder...Bu olay ,Latinler marifetiyle Batı'nın Kıbrıs'a yerleşmesinin başlangıcı olur......

Daha sonraları, 1156 ilk baharında Kilikya'nın ( Çukurova ) Ermeni hakimi II.Thoros ile birlikte Kıbrıs'a saldıran Antakya Prinkepsi Renaud de Chatillon üç hafta boyunca görülmemiş bir vahşetle adanın altını üstüne getirir.

O dönemde Bizans'a bağlı Kıbrıs'ın valisi,Imparator'un yeğeni Ioannes Komnenos tur.Aslında Kıbrıs'ın başından beri Haçlılar ile ilişkisi hep dostça olmuştur.Ada halkı,sakin ve refah içinde bir yaşam sürdürmektedir.Böyle bir saldırıya uğrayacakları,kimsenin aklının ucundan bile geçirmemiştir.

Antakya Prenkepsi Renaud de Chatillon ve taraftarlarının bu saldırısı,tam bir baskın olur.....Haçlıların adaya çıktığını duyunca Vali hemen sahile koşup saldırıyı durdurmaya çalışır..Fakat saldırganların sayısı oylesine çoktur ki bir şey yapamayan Vali de saldırganlara esir düşer.


Saldırganların başını çeken Renaud ise ,dostu Ermenilerle birlikte,ellerinde haçlar taşıyan askerlerini adanın her yerine salar.Bunlar,görülmemiş bir vahşetle her yere saldırırlar; Manastırlar,kiliseler,evler yağmalanır.Tarlalar ateşe verilir.Saldırganlar önlerine çıkan herkesi öldürürler.Papazların burunlarını kulaklarını keserler.Kadınlara tecavüz ederler.Çocukların ve yaşlıların boğazlandığı,bu korkunç cinayetler dönemi üç hafta sürer..

Renaud bir bizans filosunun adaya yaklaşmakta olduğunu duyunca zaten istediği ganimetide elde etmiş olduğu için geri çekilme emri verir.Gemiler ağızlarına kadar savaş ganimetleriyle doldurulur.Gasp edilen hayvan sürülerini koyacak yer kalmaz.Renaud'unun adamları,geride bıraktıkları bu sürüleri eski sahiplerine yüksek fiyatlar satmaya kalkışırlar.

Ayrıca hayatta kalan her Kıbrıslı,kendisi için '' Kurtuluş parası'' ödemeye zorlanır.Ama kimde para vardır ki ! Bunun üzerine Renaud kurtuluş paraları ödeninceye kadar Vali'yi ,adanın ileri gelen din adamlarını ve zenginleri aileleriyle birlikte Antakya'ya götürüp zindana atar...

Haçlıların ve Ermenilerin Kıbrıs'ta yaptıkları bu tahribatın etkisi çok uzun sürecektir... Ertesi yıl meydana gelen deprem ise,adaya son darbeyi indirir.Savunmasız kalan Kıbrıs,1158 de bir fatimi filosunun hucumuna uğrar.

Imparator Manuel ile arası bozulan Trablus Kontu III.Raymond da 1161 de,12 Gemi den oluşan bir filo ile Kıbrıs kıyılarına saldırır..

Vali Isaakios Dukas Komnenos'un Imparator Andronikos Konstantinos'a isyan ederek bağımsızlığını ilan etmesiyle de Kıbrıs,1183 de Bizans egemenliğinden çıkar.

Kendisine ' Imparator ' sıfatını layık gören asi Isaakios Komnenos'un Kıbrıs üzerindeki hakimeyeti,III.Haçlı Seferi'ne katılan Ingiltere Kralı Arslan Yürekli Richard tarafından adanın işgaline kadar sürer ( Mayıs 1191 )...

Aslında Fransa Kralı II.Philippe ile Ingiltere Kralı I.Richard ,Akka'yı birlikte kuşatmak üzere anlaşmışlardır.Ancak,Sicilya Krallığının Messina limanından farklı tarihlerde yola çıkarlar; Philippe 30 Mart 1191 de Fransız donanması ile doğuya yelken açar.Onun hareketinden bir kaç saat sonra ise,Richard'ın Annesi Eleanore ile nişanlısı ,Navarra Kralı'nın kızı Berengaria ,Messinaya gelirler.

Fransız donanması ile önden giden Philippe ise,Sur şehrinde,kuzeni Conrad de Montferrat tarafından sevinçle karşılanır;ordusuyla birlikte,20 Nisan'da Akka önlerine gelerek kuşatmaya katılır;yeni kuşatma kuleleri ve aletleri yaptırır.Kuşatma şiddetlenir.Fakat surların hücumla zaptı işi,Richard ve ordusunun gelişine kadar ertelenir.

Richard ,10 Nisan da Messina'dan ayrılır.Ancak Ingiliz donanması fırtınaya yakalanır.Gemilerin bir kısmı batar.Richard'ın gemisi de önce,Girit sonra Rodos'a sığınırken kızkardeşi Joanna ve nişanlısı Berengeria'nın bindiği gemi,Kıbrıs'ın Limasol limanına sürüklenir.

Burada,Richard'ın ailesi ve nişanlısı,Bizans Imparatoru Andronikos I.Komnenos'a isyan ederek kendisi Kıbrıs'ın hakimi ilan etmiş olan asi vali İsaakios Dukas Komnenos tarafından kötü muamele görürler;gemilerinde mahsur tutulurlar...

Bir hafta sonra,Richard,deniz tutmuş ve sinirli bri halde Limassol'a ulaşır.Kızkardeşine ve nişanlısına yapılan muameleye kızarak derhal adaya asker çıkarır.

Isaakios ise Richard'ın gücünü küçümseyip ona karşı çıkar.Ama sonunda,mağlup olarak esir düşer....Ada halkı,' yeni efendilerine ' mallarının yarısını vermek zorunda kalırlar.Kral Richard da Kıbrıs'a Bizans'ın tanımış olduğu hakları yeniden tanır.Ancak bütün kalelere Latin birlikleri yerleştirilir ve adanın idaresi,Kral Richard tarafından ,iki Ingiliz yöneticiye bırakılır.Richard da yoluna devam ederek 8 Haziran 1191 de Akka'ya ulaşıp oradaki kuşatmaya katılır.....

Kıbrıs ta ise,yeni idareye karşı bir ayaklanma patlak verir.Bu Isyanın bastırılmasından sonra Kral Richard,Kıbrıs'ı Templier Şövalyelerine satar.Ama onlarda ada da hakimiyet kuramaz ve Kıbrıs'ı tekrar Kral Richard a satmak isterler.

Ingiltere'ye dönmeye hazırlanan Kral Richard da,eski Kudüs kralı Guy de Lusigna'nın Kıbrıs'ı Templier şövalyelerinden satın almasına ve adayı yönetmesine izin verir.

Böylece,Kıbrıs Ismen Kudüs Krallığının adını taşıyan ,fakat varlığını,1291 e kadar,Akka merkez olmak üzere,ancak bir kaç şehirde sürdüren Haçlılar da,Antakya ve Trablus haçlı devletleri için,vazgeçilmez bir üs haline gelir....